Durmuş, Duisburg'daki meşhur Demir Çelik fabrikasında vinç operatörü olarak beş yıldır çalışıyordu. Sessiz sedasız, etliye sütlüye karışmayan sabırlı, kendi hâlinde bir delikanlıydı. Demirin su gibi aktığı, ateşin bakanı yaktığı, dumanın kapkara çıktığı sağlığa zararlı şeylerin arasında boncuk boncuk ter dökerek yıllarca yüzü kararmış elleri nasır bağlamıştı ama kalbi hâlâ ilk günkü gibi Aysel için sevda yüklüydü.
Aysel... O fabrikanın karşısındaki bulunan işçilerin devamlı uğrak yeri olan çay ocağında çalışıyordu. Her sabah fabrikanın siren sesinden önce, Aysel'in camdan bakan gözleriyle karşılaşırdı Durmuş. Konuşmazdı. Bakardı. Aysel bazen selam verirdi, Durmuş mahcup bir şekilde gülümseyip başını eğerdi. Çünkü bir adam, bir kadınla ne zaman gözlerine bakarak konuşmaya cesaret edemiyorsa; bu bir aşk ateşinin bacayı çoktan sarmış olduğuna çok büyük işaret olarak bilinirdi...
Aysel de ona karşı ilgisiz değildi; onun da Durmuş'u görünce dizleri titriyordu. Aysel ile arasıra çay tezgahında havadan sudan olsa da konuşurlardı. Babasının çok ağır hasta olduğunu, tek çocuk olduğu için ailenin maddi ve manevi yükü onun omuzlarına çökmüştü. Bundan dolayı vicdanı sızlayan Durmuş, maaşından biraz ayırarak Aysel'in çok ağır hasta olan babasına ilaç alınması ve ihtiyaçlarının temini için bir zarfa koyarak gizlice çay ocağının tezgahının köşesindeki şişelerin yanına bırakmıştı.
Aysel, teşekkür eder gibi bir bakış atmıştı ama kimden ve neden olduğunu sormamıştı.
Ağır hasta olan babası şayet vefat ederse; annesiyle birlikte memlekete kesin dönüş yapacaklarını bir gün tezgahta bekleyen Durmuş'un duyabilmesi için yüksek sesle iş arkadaşı Selda'ya anlattı.
Aysel'in bir gün köye döneceği söylentisini daha önce de duymuştu, Durmuş içindeki aşk korunu daha fazla gizli tutamadı. Aysel'i o gün iş çıkışında çay ocağına giderek daha önce yazıp cebinde katlanmış olarak duran bir şiirini onun gözünün önünde tezgaha koydu.
Ağır demir yığınlarını kaldıran adam, o gün bir kelimeyi kaldıramadı. Aysel'e baktı, sadece şunu dedi:
"Can..."
Aysel gözlerinin içine baktı, gözleri doldu. Ama Durmuş kapıyı çoktan bulmuştu. Hiçbir şey söylemeden ve bir açıklamada da bulunmadan vedasız çekip gitti.
Bundan sonra fabrikanın bir başka semtte olan bir koluna Durmuş'u ertesi sabah acele ile gönderdiler. Aylar geçti. Durmuş, hâlâ bu gönderildiği yerde çalışıyordu ve bu arada kız kardeşini bir başka hemşerisi kaçırdığı için onun meselelerinden dolayı vakit bulup Aysel'in çalıştığı yere de uğramadı. Kızın adı çıkmasın diyerek de hiçbir arkadaşıyla haberde gönderemedi.
Herkes evlenip barklanıyordu. Bu arada kız kardeşini kaçıran genç ile araya giren Şevki hoca sayesinde sorun çözülmüş ve hatta en kısa zamanda dünya para harcanarak düğün yapılmıştı. Bu düğünden çok etkilenen Durmuş, bir pazartesi sabahı Aysel'in baktığı camın önüne bir demet çiçek bıraktı.
Her hafta, Durmuş o pencere camının kenarına çok güzel bir çiçek demeti bırakıyordu. Durmuş o çiçeklerin akibetini hiç sormadı. Çünkü umut, bazen çiçeklerle birlikte konuşur ve yüreğini konuştururdu.
Sonunda bir gün Durmuş'un çiçek bıraktığı yere bir zarf yapıştırılmıştı.
Üzerinde ince bir yazı:
"Durmuş, bu mektubu belki okursun. Belki hâlâ evde aynı sobanın başındasındır. Sana bir şey diyemedim. Ama sen, o gün o kelimeyi bana söyledin ya:
'Can...' dedin ya... Değdi amma..."
Durmuş o gece eline bembeyaz bir mektup kâğıdı aldı. Sadece bir cümle yazdı:
"En son anda sana kurban ben dedin ya, değdi amma..."
Sonra kasketini önüne koydu, demir masasının üzerine başını dayadı.
O gece evde soba sönmedi. Sabah vardiyası onu öyle buldu.
Yüzünde bir tebessüm, cebinde bir şiir...
Aysel, Durmuş'u arıyordu ve bir hafta önce çalıştığı yeri arkadaşlarından öğrenmişti. Patronundan o sabah izin almış ve Durmuş'un yanına gidip gelecekleri hakkında karar verebilmeleri için konuşacaktı.
Vefat eden babasını defnetmeye gittiklerinde birçok talibi çıkmıştı ama hiçbirini beğenmemişti. Burada kalıp çalışacak ve bir yuva kurup hayata devam etmeyi düşünüyordu.
Demir Çelik fabrikasında o gün siren biraz geç çaldı.
Durmuş, 35 tonluk vincin bakımında çalışıyordu. Bir cıvata gevşedi, bir anlık dikkatsizlik... Koca makine bir hırıltıyla durdu. Arkadaşları koşturdu. Durmuş'un başı demir saçın kenarına çarpmıştı. Bilinci yarı açık, gözleri tavanda...
Sedye geldi. Herkes sustu. Fabrikanın içi, kül olmuş bir ocak gibi...
Tam o anda bir çığlık...
Aysel.
Aylar sonra, elleri titreyerek kalabalığı yarar. Sedyenin yanına çöker, Durmuş'un elini tutar.
Yılların suskunluğunu iki kelimeyle bozar Aysel:
"Seni bekleyeceğim, Durmuş. Ne zaman, nerede olursa olsun... Bekleyeceğim..."
Durmuş, güçlükle başını çevirir. Gözlerinden bir damla yaş süzülür. Dudakları zorla kıpırdar:
Durmuş:
– "Değdi ama..."
O an, ambulansın mavi ışıkları yanarak acı acı siren çalarak hareket etti. Durmuş, gözlerini kapatır.
Aysel ellerini sıkar, başını onun göğsüne koyar. Orada dakikalarca ağladı.
İki hafta sonra, çay ocağının emekliler ve hala fabrikada çalışan birkaç kişi kendi aralarında fısıldar gibi konuşuyorlardı. Aysel kulak misafiri olur. Sonra hiç çekinmeden onlara sorar;
"Durmuş, şu kaza geçiren genç mi?"
Onlarda başlarını sallayarak onaylarlar.
Bunun üzerine, Aysel;
"Durumu nasılmış? Bilen var mı?"
Emeklilerden Ordulu Orhan;
Sağ bacağı tutmuyormuş. Tekerlekli sandalyede oturuyormuş, bir mucize olursa ancak tekrar yürüme imkanı olabilecekmiş galiba" dedikten sonra, Aysel, onlardan Durmuş'un yattığı hastaneyi öğrendi. Hemen patronunu arayarak izin aldı ve kapıda uçarcasına çıktı ve bir taksi çevirip komşu şehirde olan üniversite hastanesinin yoluna düştü.
"Ben seninle sustum, sen bir kelime söyledin ya, artık sustuğum her an anlamlı. Bekleyeceğim... o kelimenin olduğu yerde" diye diye söylenerek büyük bir heyecanla hastaneye geldi. Durmuş'un kaldığı odanın kapısına tıklattı. İçeriden "Gel" der gibi bir sesi beklemeden kapının kolunu çevirip içeriye girdi.
Odada Durmuş'tan başka kimse yoktu. Kollarını güvercinlerin kanatlarını açtıkları gibi yaparak Durmuş'a koştu ve sarıldı. Ne kadar sarılmış halde kaldıkları ikisine de meçhuldü...
Bir hafta sonra Aysel tekrar geldi. Durmuş onun geleceğini bildiği için kendisine çeki düzen verip sinek kaydı sakal traşı olmuştu.
Artık Aysel, Durmuş'u daha sık ziyaret ediyordu. Bu arada Aysel ile aralarında oluşan duygu akışından dolayı Durmuş'a yaşama sevinci geldi. İki fizyoterapistin yanında Aysel de vardı. İlk defa destek aletleriyle Durmuş'u ayağa kaldırıp bir kaç adım attıracaklardı. Önce Durmuş,
"Yapamam, düşerim diye korkuyorum" deyince hemen Aysel fizyoterapistlerin önüne geçip, kollarını kartal gibi açarak;
"Korkma Durmuş, sanki beni kucaklamaya geliyormuş gibi düşün"der demez vücuduna can geldiğini hissetti.
Fizyoterapist hanım destek amaçlı kemerinden kaldırır gibi tutup havaya doğru çekince kalkmak için gayret edince yüksek yürütece yapışıp ayağa kalktı. Odada bulunanlar ve Aysel alkışladılar. Aysel çok mutlu olmuştu ve gayri ihtiyari olarak;
"Haydi damat bey, oturarak değil gelini yürüyerek karşılamanız lazım. Bak gelin burada seni bekliyor" dedi.
Durmuş, içinden "ya Allah bismillah" deyip minik minik adımları atıyordu. Bir yandanda "Değdi ama" dizesi yalnızca bir cevap değil, bir ömrün özetine dönüşür.
Aysel'in "seni bekleyeceğim" demesiyle aşk zamandan kopar, ölümden geçer ve sonsuzluğa uzandı diye düşünüyordu.
Böylece aradan dört ay geçti. Durmuş kısa mesafeleri yürüdü, yürüyemediği yerlerde tekerlekli sandalyeyi kullandı.
Dört ay kadar da ortopedik engellilerin gittiği hastanede kaldı. Bu sanatoryum yüz elli kilometre uzaklıkta bulunuyordu. O hastaneye gitmeden nişanlandılar. Aysel hafta sonlarında onu yalnız bırakmıyordu.
Derken geçen hafta 21 Martta düğünleri oldu. Durmuş'a işyerinden arkadaşları ve onun bölümünden sorumlu bütün sekreter ve müdürler de geldi.
Her ihtimale karşı Aysel düğün salonuna Durmuş'u tekerlekli sandalyesini kendi sürerek getirdi. Aysel'in geleneksel yüz görünümünü vermek için ayağa kalkıp ve yüzünü örten pürgüyü açtı ve alnından öptükten sonra mikrofonu alarak;
"Son nefeste olsa bile "can" dedin ya değdi amma!" der demez salon alkışla inledi.
Bir söz, bir ömürlük suskunluğu taşır bazen. Ama o söz bir kere sevilen tarafından sevdiği için söylenmişse, ömür boşuna geçmemiş anlamına gelir.