Sultan IV. Murad Han’ın duası böyle başlar: “Pîrimiz Hazret-i Mahmûd-ı Pîryâr-ı Velî aşkına…”
IV. Murad, yiğitliği kadar kuvvetiyle de bilinen Osmanlı hükümdarı, saray avlusundaki güreş gösterisine çıkmadan önce böyle der. Evliya Çelebi’nin kaydettiği bu dua, yalnızca bir padişahın güç gösterisinden ibaret değildir; kökü Türkistan’a uzanan bir manevî zincirin Osmanlı topraklarında nasıl canlı kaldığının delilidir.
Ben bu sözleri yıllar sonra, kadim Hive şehrinin mavi ağırlıklı çinilerle bezenmiş sokaklarında gezinirken yeniden hatırladım. Adımlarım beni beklemediğim bir karşılaşmaya götürüyordu. Çünkü yolumun sonunda, IV. Murad’ın dua ederek andığı o pîrin huzuruna varacaktım:
Özbekistan’ın Hive şehrinin kalbinde yer alan bu külliye, sessizliğiyle bile insanın içini ürperten bir zaman kapsülü. Sanki yüzyılların tevazu dolu edebî sesi avluda yankılanıyordu. Kapısından içeri adım attığınızda, bir güreş meydanının heyecan dolu nefesi ile bir tekkenin dinginliği aynı anda yüzünüze vuruyor. Çünkü Pehlivan Mahmud yalnız bileği güçlü bir yiğit değil, aynı zamanda bir derviş, bir tasavvuf yolcusu ve nefis terbiyesinin ustasıydı.
Lakabı “Pîryâr-ı Velî” her ne kadar bir unvan olsa da yüzyıllar boyunca adıyla bütünleşmiş, onu adeta güreşçilerin manevî atası hâline getirmişti. 13. yüzyılın Harzem’inde yaşayan bu derviş-pehlivan, yaşadığı çağda gücün, edebin ve tasavvufun timsaliydi. Fakat ilginç olan şu ki, onun etkisi coğrafyasını aşarak yüzyıllar boyunca Osmanlı pehlivanlık geleneğinin omurgasını oluşturmuştur. Bu geniş etki sahası, gönlümde Ahmed Yesevî’nin Türkistan’dan Anadolu’ya uzanan irfan yolunu hatırlattı.
Edirne’den Kırkpınar’a, Saray-ı Cedîd’den Yeniçeri ocaklarına kadar her peşrev adımında, her güreş duasında onun adı yaşadı. Ve nihayet, Osmanlı’nın en güçlü hükümdarlarından biri güreşe çıkarken şu sözlerle nefes aldı:
“Pîrimiz Hazret-i Mahmûd-ı Pîryâr-ı Velî aşkına…”
Bu sadece bir dua değil, gücün kaynağını nefis terbiyesinde arayan bir geleneğin manifestosudur.
Hive’deki bu külliye, adeta taşlara yazılmış bir pehlivanlık ahlâkının abidevi hâlidir. Bugün gördüğümüz külliye her ne kadar 1701’de inşa edilmiş olsa da, Pehlivan Mahmud’un hatırası asırlardır bu topraklarda yaşatılıyor. Külliyenin bir bölmesinde Pehlivan Mahmud’un kabri var, diğer bölümlerde Hive hanlarının mezarları. Bu hanlardan Ebulgazi Bahadır Han, aynı zamanda Türk tarihinin temel eserlerini kaleme almış olan bir âlimdir. Onun mezarının başında dua etmek insanın içini derinden titreten bir andı.
Avlusunda dolaşırken duvarlara işlenmiş rubailer insana asırların ötesinden sesleniyor. İçlerinden biri özellikle zihnime mıh gibi çakıldı:
Dil ile Hakk’ın zikri hepsinden yahşi
Gündüz taatlerinden gece ibadeti yahşi
Kıl köprüden eğer âsân geçerim dersen
Kişilere ekmek ver, cihanda izzeti yahşi
Bu rubainin içinde hem bir güreş meydanının nefesi hem de bir tekke terbiyesinin sükûneti gizli. Pehlivan Mahmud için güreş yalnız rakiple değil, nefisle yapılan bir mücadeleydi. Osmanlı pehlivanları da bu terbiyeyi yüzyıllarca sürdürdü: Rakibini yendiğinde kibirlenmeyen, güç gösterisini edep ve vakar ile süsleyen bütün o kültür, buradan, bu diyardan, bu duvarlardan doğdu. Çünkü Osmanlı pehlivanı için kelâm da peşrev kadar mühimdi; söz, güçle yarışırdı.
IV. Murad’ın dua ederek çıktığı o meydanla Hive’deki türbenin sessiz avlusu arasında üç yüz yıl ve binlerce kilometre olsa da, manevî atmosfer şaşırtıcı şekilde aynı. Aynı sükûnet, aynı vakar, aynı meydan adabı.
Çünkü:
- Güç, yalnız bilekte değil; terbiyede aranır.
- Rakip, yalnız karşındaki değil; içindeki nefistir.
- Zafer, yalnız yenmek değil; taşkınlıktan kaçınmaktır.
- Meydan, yalnız toprak değil; âdâbın sınandığı mekândır.
Ve tüm bunların merkezinde, asırlardır aynı isim vardır: Pehlivan Mahmud Pîryâr-ı Velî.
Hive’den ayrılırken fark ettim: Bazı türbe ziyaretleri, geçmişten çok bugünü anlamaya yarıyor. İnsan, mazinin derinliğinde kendi gölgesini görmeyi öğreniyor. Pehlivan Mahmud’un huzurunda dururken, gücün hakikatinin edep, tevazu ve doğrulukla tamamlandığını tekrar hatırladım.
Belki de IV. Murad’ın duası, bir gücün değil, bir gönül teslimiyetinin fısıltısıydı.
Evliya Çelebi, IV. Murad’ın güreş öncesi okuduğu duayı aynen şöyle aktarır:
“Allâh Allâh hâce-i azîm seyyid-i kâ‘inât ve mefhar-i mevcûdât
ber kemâl-i cemâl Muhammed Mustafâ’ya salavât.
Engürü’de er yatır, Rûm’da Muhammed Buhârî Sarı Saltık’dan geyer ve tummân çeker.
Pîrimiz Hazret-i Mahmûd-ı Pîryâr-ı Velî aşkına
dest-ber-dest, kafâ-ber-kafâ, sîne-ber-sîne.
Muhabbet-i Alî, şîr-i Yezdân Velî aşkına Allâh onara.”
Hive’den ayrılırken anladım ki, bazen bir dua, bir pîrin adı ve yüzyılların nefesi, insanın kalbinde şehirlerden daha sağlam köprüler kurmaya yeter.