Bahtımızın Döndüğü Gün

28-03-2022
Muhteşem Süleyman 1529’da Birinci Viyana Kuşatmasını yaptığında Avrupa; özellikle Hıristiyan merkezli ülke ve halklar çok korkmuştu. Gerçi bütün Avrupa’ya hakim olan Roma Vatikan’daki Katolik Papa’nın; ülkelere, Kayseri’lere, krallara ve halka hükmetme ve her şeyi yönetme gücü; Reform ve Rönesans hareketleriyle ağır ağır sarsılmaktaydı.
Katolik Kilisesi, halkın ve idarecilerin üzerindeydi ve çok ağır bir yozlaşma, yobazlık ve sömürü düzeni kurmuştu. Tarihi belgelerden öğrendiğimize göre pantolon giyen kadın (Jean Dark), Fransa’yı, o zaman savaşmakta oldukları düşmanları İngilizlerin elinden kurtarmasına vesile olmasına rağmen; Fransız Katolik papazlarının emriyle diri diri yakılmıştı. Yani kilise Hz. İsa’nın aydınlanma ve sevgi dilinden çok çok farklıydı ve uzaktı.
Yine Katolik kilisesi, bilim ile zıt konularda karar veriyordu, kendi verdiği hüküm ve kararları yanılmaz olarak tek doğru görüyordu. Bu dönemde bir çok bilgin, sanatçı ve düşünür; kilise öğreti ve kararlarına bilimsel cevaplar verdikleri için ya yakıldı, ya da sindirildi. (Bruno ve Galile çok bilinen örneklerdir.
Endülüs 1492’de tamamiyle Katolik İspanyolların eline geçmişti. Halkın büyük çoğunluğu orada kalmıştı. Müslümanlar Kuzey Afrika’ya taşınırken; o zamanki Osmanlı Sultanı II. Beyazıd, Katolik Kilisesinin gazabından korumak için Yahudileri gemilerle Osmanlı ülkesine getirip Selanik, İzmir ve İstanbul’da Balat’a yerleştirmiştir. 
Resim: Halil Gülel
Hasbelkader orada kalan Müslümanların zorla din değiştirip Hıristiyan yapılması için Rekonstruktion (Engisizyon) olayını gerçekleştirmişlerdir. Çok ağır işkencelerle Müslümanlar ya öldürülmüş, ya da zorla Hıristiyanlaştırılmıştır. Maalesef bu tarihin yüz karası olan engisizyon konusunda; Müslümanların ne bir müzesi, ne belgeleri araştırması, ne de nesillere aktaracak kitapları vardır. Olanda çok cılız ve masalımsıdır. Fakat onlar, bizim hakkımızda hakikate dayanmayan abartılı bildiler uydurup “Türk ve Müslümanların” yaptığı katliyamlar diyerek dünya kamuoyunu yanıltmışlardır ve de yanıltmaya devam etmektedirler. 
Evet, büyük Türk Sultanı Muhteşem Süleyman, büyük büyük dedelerinden olan Attila gibi Viyana önünde görünmüş. Mezhep tartışmaları yüzünden birbiriyle kavgalı olan Katolik ve Protestestanlar, mevzu Türkler olunca hemen birleşebilmektedirler. O zamanlar Protestanlık mezhebinin kurucusu olan Martin Lütter, Katolik kilisesi karşısında tutunabilmek için hem Osmanlı’dan yardım almıştır, hem de Türklerin aleyhinde (Türkische Briefen - Türk Mektupları) olarak dökümanlar yazmıştır.
Biz yine Birinci Viyana kuşatmasına dönelim. Mevsim kışa yaklaştığı için Ekim ayında kuşatma kaldırılmış ve payıtahta (İstanbul’a) dönülmüştür. 
1529’daki bu olaydan sonra Regensburg şehrinin yönetenleri; şehir mimarı ve ressamı olan Albrecht Alpdorfer’e; tıpkı bilim adamlarına, edebiyatçı ve Kilise papazlarına “Biz, bu Türkleri, nasıl yenip Avrupa’dan atabiliriz?” diye soru yöneltip yarışmalar açmışlardır.
İşte ressam Albrecht Alpdorfer 1529’da  „Aleksander Schlacht“ - “İssos Savaşı” adıyla yağlıboya bir tablo yapmıştır. Bu muhteşem eser bu gün Münih’te Alte Pinothek adlı müzededir. Hakkında çok yorumlar yapılıp kitaplar yazılmıştır.
İssos Savaşı adlı bu tabloda Büyük İskender ile Pers kralı Darius’un savaşı resmedilmiştir. Mekodonyalı Büyük İskender, daha çok süvariye dayalı küçük bir ordu ile bu günkü İskenderun civarında hantal ama kendisinden onbeş yirmi kat sayıca üstün bir Pers ordusuyla karşı karşıya gelmiştir. 
Bir veya birkaç cepheden savaşa girerse Büyük İskender’in hiç bir kazanma şansı yoktur. Fakat, Mekodonyalı Büyük İskender, Pers Ordusunun otağına yani direk Darius’un bulunduğu yere bütün gücüyle hücum ederse; Pers kralı panikleyip korkuya kapılabilir ve düşmanını yenebilir diye düşünmüştür.
O savaştan sonra yapılan bir mozaik tabloda işin tam böyle olduğunu görüyoruz. Küçük ordusuyla direk Darius’un bulunduğu merkeze saldıran İskender’i yanında gören Pers kralı paniğe kapılarak savaş meydanını terk etmiştir. Ve malum savaş da Büyük İskender’in galibiyeti ile bitmiş ve ardından da Hindistan ve Afganistan’a kadar ilerlemiştir. Helenistik dönem başlamış ve bu aradada İskenderun, İskenderiye, Skandar (Kandahar) gibi yerleşim yerleri inşa ettirerek Helenistik Kültür merkezleri oluşturmuştur.
Biz Albrecht Alpdorfer’in yaptığı İssos Savaşı tablosuna dönelim. Tablodaki Doğu Hilalinin batışı ve Batının Güneşinin doğuşu tablonun üst kısmında resmin üst kısmında yapılmıştır. Hilalin (İslamın ve Türklüğün) batışı ve Batının doğuşu gayet bariz şekilde resmedilmiştir. 
İskender ve askerleri o dönemdeki Hıristiyan askerler gibi giyim kuşam içindedir. Fakat, Darius’un ordusu aynı Osmanlılar gibi sarıklı ve askeri giyimi ile resmedilmiştir. 
Bu tablodaki en önemli mesaj; Baron Von Münschhausen‘in yalanları adlı edebiyat çalışmasında ifade edildiği gibi “Türkü yenebilmek için önce başını koparacaksın” fikrini bu resimde de görebilmekteyiz. Koskoca Osmanlı Ordusu, şehre girdiği halde Jan Sobieski komutasındaki 78 bin kişiliki Birleşik Avrupa Ordusuna yenilmiştir.
Yenilmiştir ama nasıl yenilmiştir? İşte bunu Albrecht Alpdorfer’in İssos Savaşı tablosunda olduğu gibi Büyük İskender, sayı bakımından çok küçük olan Ordusuyla nasıl direk Darius’un otağına saldırdıysa; Jan Sobieski komutasındaki Birleşik Haçlı Ordusu, bütün güçüyle Osmanlı Serdarı Ekrem’i olan sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın otağına saldırıp, otağın önündeki Sancağı Şerif’i alıyorlar. Sancağı Şerif’in düşman eline geçmesi Türk Ordusunda panik etkisi yapıyor ve “Yenildik” söylemiyle geri çekilme karışıklığına meydan veriyor. Sancağı Şerif’in düşman eline geçmesi savaş sonunda anonim bir ressam tarafından büyük bir ebatta başka bir tablo olarak yapılıyor.
Birleşik Haçlı Ordusu Kahlenberg’e yaklaştığı zaman; Kara Mustafa Paşa, Osmanlı Ordusu’nun süvari bölümünün ekseriyetini teşkil eden Kırım Süvarilerinin başındaki Kırım Hanı, şahsi kırgınlığına istinaden; “Biraz da Osmanlı’nın anası ağlasın!” diyerek Jan Sobieski’nin saldırısını güçlü olduğu halde engellememiştir. Evet, Osmanlı’nın anası ağlamıştır ama bu hayin Kırım Hanının yurdu 1774’de Osmanlı’dan koparılmış ve 1784’de Rusya tarafından işgal edilmiştir ve orada Kırım Türklüğünün hem anası ağlamıştır; hem de büyük Türk düşmanı komünist Stalin tarafından 1944’de sürgün edilmişlerdir.
12 Eylül 1683’den beri hep geri çekilmişiz ve Atatürk’ün dediği gibi “dayak” yemişiz. Yaklaşık 231 yıl hep dayak yiyerek; Sakarya gerisine kadar çekilmişiz. Çok şükür Gazi Mustafa Kemal paşa komutasında Kuvvayı Milliye olarak 9 Eylül’de İzmir’e ulaşmışız. Artık dayak yiyen taraf değil; milli gücüne ulaşmıştır. “… Biz düşmanı esir aldık; Şu feleğin işine bak!” diyerek tekrar özgüvenini kazanmıştır.
Albrecht Alpdorfer’in bu tablosu bu II. Viyana Seferini hezimete uğratan bir fikri; 154 yıl boyunca adeta “Türkü yenmek için başını koparacaksın!” diye beyinlere işlemiştir. Bir milletin hayatında güzel sanatlar, edebiyat ve dili geliştirme hem milli iradeyi kuvvetlendiriyor, hem de kültürü geliştirip yeni nesillere aktarıyor ve özellikle de milli kimliği güç kuvvet veriyor. Gazi Mustafa Kemal; “Sanatı bir milletin hayat damarı olarak” görmüştür. Sanatın her dalında; mimari, resim, heykel, müzik, tiyatro, şiir ve edebiyatta büyük eserlere imza atarız. İnşallah bizim devletimiz ve devlet adamlarımız da geleceğimiz ile ilgili sanat çalışmalarına katkıda bulunurlar ve milli kültürümüz ve kimliğimiz kuvvetlenir.
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?