BELKİ DE AŞK…

25-01-2022

Arapça kökenli bir sözcük… عشق  “ayn, şın, kaf”… Hiçbirimizin bilemeyeceği çok uzak bir zaman ötesinde, sorgulayamadığımız ve asla anlayamadığımız koşullarda birleşmiş ve o sihirli sözcüğe dönüşmüşler. Arapçada  “şiddetle yakıcı biçimde sevme” anlamına gelen aşk, akraba bir dil olan Aramicede ise “birbirine karışma, birbirinin içinde harmanlanma” anlamlarını karşılar.

  “Ayn” göz demek… Belki de o nedenle gözlerde başlıyor her şey ilk önce. İnsan denen ve aslında yaradılışı bile sevgiye, sevmeye, belki de Tanrı’nın güzel olanı bir de karşıda görme arzusuna bağlı olan aciz varlık, ruhunun kodlarına sinen o güzelliği görmekle, görmek istemekle başlatıyor bu sonsuz arayışı.

 “Şın” keskin dişleriyle gözün gördüğü güzelliğin hemen, bir çırpıda elde edilemeyeceğini, bedenin ve de en çok ruhun bu güzellik uğruna vermek zorunda kalacağı mücadelelerde örseleneceğini, yaralanacağını, kanayacağını, ama yanında kendisine bitişik yazılmış “ayn”ın hatrına tüm bunları göze almak zorunda oluşunu sembolize eder gibidir.

Arap alfabesinde söylendiği şekliyle “şın” kelimesi, "cinselliğe düşkünlük; cesaret" anlamlarına gelir. Görünürde bu iki anlamın birbiriyle ilgisi yok gibidir. Ancak derinlemesine düşünüldüğünde, bütün mücadelelerinden zaferle çıkan insan, başlangıçta gördüğü güzelliği nihayetinde elde etmiş, sahiplenmiş de olsa, “şın”ın dişleri hâlâ keskin, kanatıcıdır. Bu noktadan hareketle, şimdi yapılması gereken şey,  güzelliğin sembolize edildiği “ayn”ın, şınla kirletilmemesidir.  Bu da cesaret gerektirir.

Zaten bu olasılık yokluğa çok yakın bir noktadır. Çünkü bir göz hatrına “şın”ın bunca çilelerine katlanan insanın çoğunlukla hüsranla son bulur bu arayışı. Çünkü “şın” da yazılışı itibariyle “kaf”a bağlıdır.

ق  Kaf, masallarda, zümrüd-i anka kuşunun yaşadığı rivayet olunan dağ demektir. Sonsuz bir kudretten ruhumuza üflenen ve bizimle özdeşleşen o en güzeli bulma arzusunun imkânsıza açılışını, istenenin dünya gözüyle değil de gönülle görülebileceği anlamını ifade eder. Yok, ille de “mükemmeli bulup görmek isterim” diye tutturursan da bu hırs asla vuslatla son bulamayacak, yedi başlı devleri bin bir güçlükle yenip de ölümsüzlük iksirini elde ettiği bir masal kahramanının o büyülü macerası kadar ancak gerçek olabilecektir “kaf”.

Her nereden bakarsanız bakın, enine boyuna sınırsız, sonsuz bir evrendir aşk. İstisnasız herkesin yüreğinin, ruhunun derinliklerinde kendi kozasını ören, çatlamak için en uygun zamanını bekleyen sabırlı bir tohum gibi bir aşk yatar. Günün birinde, hangi göğe ait olduğu bilinmeyen işgalci bir güneş, ineceği yeri şaşırmış aceleci bir yağmur damlası ile birleşip düşer tohumun dingin bağrına. Birken tohum, binlerce kez çatlar, her çatlayışta sonsuzca çiçeklere boğar, ruhunuz esmer bir akşam tatlılığındaki meltemlerle dans eder.

İki ihtimalle sonuçlanır bu meltem esintisi:

A) Gözlere ansızın takılan, fakat asla ulaşılamayacak bir güzelin ardına düşülür ilkinde.  Aniden, hiç beklenilmeyen bir anda… Yıllar önce okuduğum bir yazının şu satırları takılıyor aklıma: “Deprem misali… Ne zaman kimi vuracağı asla kestirilemeyen… Bir gece yarısı aniden, dipten yükselen coşkulu bir dalga gibi kabarır içinizde o bir çift gözün etkisi… Toprak ayağınızın altından kayıyor gibi olur ve en hazırlıksız olduğunuz anda bütün şiddetiyle vurur. Sarsılır, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Heyecan, korku, kararsızlık, cesaret, acı, öfke, hüzün, merhamet, şiddet kaplar bir anda dünyanızı.  Eş dost yardıma koşsa da kolay toparlanamazsınız.”

Geçmiş olsun artık o güne dek ağrıtmadığınız başınıza… Güneşle aralanıp geceyle süzülmeye alışkın tembel kirpiklerinize… Sekiz beş mesaisi yapan bir memur gibi derli toplu, düzenli fakat siyah beyaz renginin kısırlığına ayarlanmış duygularınıza… Beynin komutası dışına hiç çıkamamış korkak, acemi, toy yüreğinize… Bir sevda hüküm sürmektedir artık bütün ihtişamıyla en kılcal damarlarınızda…

Sizi esir aldıktan sonra ifşa olmayı ister, cesaretinizi sınar olur olmadık. Kiminiz tek kişilik bir biletle kat etmeyi göze alırsınız bu zahmetli mesafeleri. Tanırsınız çünkü kendinizi, layık değilsinizdir o güzelliğe kendiniz hiçbir vasfınızla. Kiminizin de bin bir zahmetle ruhunuzu kanata kanırta çıkıp dökülse de sevdanız kuru dudaklarınızdan, asla olumlu bir sözcük gelemez kulağına hadsiz kalbinizin. Zaman zaman “Aşk iki kişiliktir” dese de aklınızın bir yanı, ruhunuz yalnızca tek kişilik olanı, ölümü bile kabullenmiştir bu uğurda; onun soğuk kollarına bırakılmayı seçer nefes alsa da ciğerleri.

Zavallı düşlerinizde bir çocuk olur, üşür, titrersiniz eliniz ayağınız buz yanığı… Hıçkırıklara boğulursunuz haberi olmadan ne onun ne de bir başkasının… Bütün bilimler iflas eder böyle durumlarda. Kaç tondur ki karşılıksız seven bir yüreğin ağırlığı?.. Şimdiye dek sözlü veya yazılı, belirlenmiş hiçbir kural, yasa engel olamaz yüreğe… İsyandır sizinkisi bir bakıma, bu isyanı hiçbir kuvvet engelleyemez. Bunun karşısına dikilebilecek yegâne güç ancak başka bir aşk olabilir ancak.

Duygularınız üzerine yapılmaya kalkılacak hesaplar hep yanlış sonuçlara varır. Hiçbir zaman iki kere ikinin dört ettiği bulunamaz, kaç etmesi gerektiğine ancak siz karar verirsiniz. Siz inat edersiniz ya bunca; gel gör ki perme perişandır dört bir yanınız. Kanlı bir meydan savaşından mağlup çıkan komutan gibi…

İçinize biraz fazla baksanız yükseklik korkunuz depreşir. Hiçbir ninni uyutmaz gönül yangınınızı, oysa bütün masallar sonsuz bir kış uykusuna yatmıştır. Hayat kısadır; fakat sonsuzdur anlar. Onunla hiçbir zaman yaşanamayan; ya da kıyısından köşesinden yaşanmış sayılan kırık dökük anılar ne biter ne de gider zihninizden. Acı vermektedir geçmiş; “bu nedenle geçmemiştir aslında.” Karar veremezsiniz o demde. “An”lar mı daha kısadır; yoksa sevdanın peşinde yitip giden “can”lar mı?...

Elde avuçta kalan şeylerinizi şiirlere ayırırsınız. Hüzün uyandırır her sabah, alnınızdan öperek, onun yerine… Demli bir yalnızlıkla karşılarsınız günü. Geceyi onunla geçiren bir şarkının dudaklarını kanatırsınız. İçinizde incinmiş bir çocuk, boş gözlerle bakar etrafınıza.

Nicedir dudağınızın kıyısına bile konmaz olmuştur rutin, küçücük bir tebessüm. Yenik sevdanızın dağılmış cümlelerini toplarken acılarınıza teselli vermek yine kendinize düşer. Hatta kiminde aptallık eder de Mungan’ın deyişiyle kırık kalbinizi alçıya aldığınızı gizlemeyi bile beceremezsiniz yâd gözlerden, gelen geçen gelir, imzasını atar. Bunlar da ondurmayacaktır örselenmiş duygularınızı…

… Ve biter bir gün sarsıntılar. Geride ağır bir enkaz halinde kalakalmışsınızdır. Daha kötüsü, “bütünüyle sona erdiğini sandığınız bu sarsıntı, artçı şoklar halinde kalbinizdeki kırık fay hattını yoklamaya devam edecektir” zaman zaman.

B) İkinci ihtimalde yüreğinizin ucuna takılan bir çift göz alır götürür, gönüllüce esir alır sizi. Artık onun tılsımlı halesinin içindesinizdir. Önceleri hiç bilmediğiniz birinin adını şimdi binlerce defa tekrarlar diliniz. Dudaklarından çıkan her kelime, suya bir taş atılmışçasına büyür içinizde. Nereye gitseniz kulaklarınızda o yarı karanlık, çocuksu sesi duyarsınız.

Seversiniz; fakat sevilmezs… Durun biraz!.. O da ne?.. İlk kıvılcımları algılamaya başladı bile kurulu antenleriniz. Şaşkınsınızdır, önce ihtimal veremezsiniz. Tavırları ilgisiz görünür ilkin; ancak asla yalan söyleyemeyen gözleri gülümser yıldız yıldız... Anlarsınız ki yüreğinizin derinliklerinden kopup gelen o çığın altında ikiniz de kalakalmışsınızdır doruk diplerinde.

Şanslısınızdır bu kez. Çünkü depreşen duygularınızın umutsuz menbaı kendine bu kez muhatap bulabilmiş, karşıdaki yürekle aynı frekansta atmaya başlamıştır bile.

Atılan kaçamak bakışlar yerini önce ürkek selamlaşmalara, sonra da sabırsızca karşılıklı iltifatlara bırakır. Başlangıçta sıkça söylenen “Seni seviyorum!..”lar, çiğnenip de şekeri tükenen tatsız bir sakız misali atılır; basitleşmiş, yetmez olmuştur artık. 

Bir başkasına yazılan ve konunuzla asla ilgisi olmayan sözler, cümleler, karşılıklı boca ettiğiniz şiirler düşürür aylık her yöne 1000 SMS, 1000 DK, 10 GB hakkınızı. Sipariş edilen zavallı sevda sözleri ne kadar iğreti dursa da android cihazlarınızda; çiçekçilere, sürpriz hediyelere, birlikte yemek yediğiniz restoranlara, el ele gittiğiniz sinemalara yaptığınız ödemelerce doğru orantılı olarak büyüyordur aşkınız!

Onun karşısındaki masadayken, en iyi sizin bildiğiniz zaaflarınızı, hırslarınızı, öfkelerinizi; pütürlü, köşeli yanlarınızı, elinize ilk geçirdiğiniz bir poşetle sarıp sarmalar, buzluğa atarsınız fark ettirmeden kurbandan kalan etlerin yanına. Çok hoşuna gidecek bir maskeyle örtüp makyajlamış, bir doğum günü hediyesi tadında kurdeleli pakettir şimdi karakteriniz. Sırf daha çok sevilebilmek adına, asla beğenmeyeceğiniz şeylere evet der, anlattığı her şeyi bir konferans ciddiyetiyle sıkılmadan(!) dinler, tüm zevklerinizi ters yüz edersiniz bir anda. Yeri gelir, bir bamya yemeğine bayıldığınızı dahi söyleyebilirsiniz.

Ne siz sizsinizdir artık, ne de “o”!.. İçten içe yanlış giden bir şeyler olduğunu fısıldasa da mantığınız, tutup dilini kökten koparır atarsınız gerekirse de onun. Benzer kurgunun karşı taraftan da dolaşıma sokulduğunun asla farkına bile varamazsınız. Nişanı yakın ve uzak vadeli ileriye dönük planlar izler. Bir de gelinliğin tasarımını kararlaştırsanız, oh, her şey tamam olacaktır; vuslat eli kulağında, acelecidir.

Nihayet dünya evine girersiniz, başlangıçta her şey mükemmeldir. Işık hızıyla geçen bir balayının ardından ayaklarınız yavaş yavaş suya ermeye başlar. Yanı başınızdaki insanın da tuvalete giden, sümüğü akan, ter kokan biri olduğunu gördüğünüzde ilk şoku yaşamışsınızdır. Meleğim dediğiniz varlık, aslında et ve kemik sentezidir.

Makyajı silinen yüzler değildir sadece sizi şaşırtan, sıvası ve boyası dökülüp de astarı çıkan gerçek karakterler hortlayıp da hoyratça başını uzattığında anlarsınız ki ne bu izdivaç bir masaldır ne de siz onun muradına erenleri... “Bir yokmuş, hiç yokmuş”a evrilir tüm tekerlemeler…

İlk vurgunun üzerinden çok geçmeden anlaşmazlıklar çıkar pıtrak gibi, öteden beriden delinen geminiz su almaya başlamıştır artık. Durumun vahametini görüp hemen müdahale edersiniz, suçlarsınız birbirinizi… Her seferinde ardınızda bıraktığınız birkaç yıl öncesine gider, “Sen böyle değildin…!”le başlayan ya da biten onlarca cümle kurarsınız iki dakkada.

Hafta sonları ne yapılacağı, bayramda ilk kimlerin ailesine gidileceği, nasıl yetiştirileceğine hâlâ karar verilemeden asılı büyüyen çocuğunuzun hangi okula devam edeceği gibi sorunlar alır başını gider.

Her ikiniz de çalışıyor, para getiriyorsunuzdur hazineye adamakıllı. Yazık ki tutkulu bir aşkla başladığınız yolculuk, farkında olmadan iki başlı bir şirket ortaklığına dönmüştür yıllar yılı.

Ne oturduğunuz lüks siteden kaçar gibi gittiğiniz büyük şehirlerin modern mabetlere müsavi AVM’leri… Ne mutluluk pazarlayan kasiyerlerden aldığınız ve her seferinde daha da kalabalıklaşan faturalar… Ne de daha büyük bir kentte bulabileceğiniz saadet ümidi avutamaz olmuştur artık kanayan gönülleri.

Zaman zaman aklınıza gelse de sevgi sözcükleri, hayatın koşuşturması bir türlü fırsat vermez ki söylemeye. İlk doğum gününde alacağınız pahalı bir hediye, koskoca “canlı” çiçekler, kalbinizde açıp da ona vermeye vakit bulamadığınız için çoktan geri solmuş çiçekleri telafi edemez hiçbirinde. 

... Oysa, oysa hiç aklınıza getiremediniz, hiçbiriniz…: Aşk; bağlılıktı, bağımlılık değil. Gerçek sevda özgürlük ile eşdeğerdi,  farkında olamadınız. İki kişi birbirini sevdiğinde, baskın olmak ya da boyun eğmek kavramları uçup gitmeliydi kapıdan, bacadan. Sadece birbirilerinizi anlayarak saygıyla tamamlamalıydınız.

Ismarlama kıyafetler, hakikî ruhlarınızın boy ve ebatlarına kiminde dar geldi, kimi kısa; bazen de yırtılıp paramparça oldu üzerlerinizde kabına sığmadığı için. Beş para etmezdi bu zoraki terziliğiniz…

Tabii bir başkasını koşulsuz sevebilmek, en temelde kendinizi bütünüyle sevebilmenize bağlıydı. Siz, kendinizi tam anlamıyla, her halinizle yargılamadan hiç sevmediniz ki oysa… Eksilttiniz, azalttınız ikinizi…

Sevgi emekti… Emek ise asla vazgeçmeyecek; ama özgür bırakacak kadar sevmekti… Daha iki gün önce uğruna öleceğinizi iddia ettiğiniz kişiyi, mazisi de dâhil, her şeyiyle mülkiyetinize almaktan ise çok çok uzaktı bu formülün açılımı.

Belki de aşk… Şimdi ciğerleri katran karası bulutların durmadan balgam tükürdüğü yabanıl bir göğün altında, devlere eş dalgalara karşı… Bölük pörçük bir gemide, umutsuzca kasırgalara karşı koymaya çalışan… Ve birlikte aynı yöne bakmayı, aynı yeri tamir etmeyi hâlâ aklına getirememiş yapayalnız birer kişi kalmamaktı.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Mitat
Mitat 2 yıl önce
????Emeğinize sağlık hocam.
Adem KURUN
Adem KURUN 2 yıl önce
Teşekkürler.
Hayati Yaman
Hayati Yaman 2 yıl önce
Ben yorumumun sonundaki "?" niye var, onu anlayamadım? Emoji kullanmamak lazım deme ki!
Hayati Yaman
Hayati Yaman 2 yıl önce
Harikasın yine hocam. Muhteşem doygunluk ve doyurucu bir anlatımla karşımızdasın yine tebrikler...????
Adem KURUN
Adem KURUN 2 yıl önce
Çok teşekkürler hocam. Var olun. O "?" durumunu anlayamadım.
Hakan
Hakan 2 yıl önce
????????????