KANADI KIRIK MELEKLER ADINA BİR MEKTUP…

06-02-2022

Beni beklemeye başladıkları o ilk günkü heyecanları hâlâ hafızamda, tüm canlılığıyla… Nasıl da bakmışlardı birbirlerinin gözlerinin içine. Doktor Hanım’ın “Bir bebeğiniz olacak.” müjdesini duyduklarında üç yıllık evliliklerinin artık meyveye durduğunu görüp dünyanın en bahtiyar insanı olduklarını ta iliklerine dek duyumsamışlardı…
Sevinçli haberi tüm akrabalara koşar adım duyurmuşlardı; hatta yetmemişti, sahip oldukları tüm sosyal medya araçlarından adeta tüm dünyaya ilan etmişlerdi de daha da taşkın bir coşku kalmıştı ikisinin de kabına sığmaz yüreklerinde…
Annem, o günden itibaren bir eli karnında, beni sonsuz bir heyecan ve şefkatle beklerken babamsa içinde günden güne büyüttüğü gururla birlikte “Çocuğa daha iyi bir gelecek nasıl hazırlayabilirim?” sorusunun ekonomik cevaplarını aramakla meşgul olmuştu.
Sabırsızca geçen birkaç aydan sonra nihayet bir erkek olacağım anlaşıldıktan sonra en âlâsından beşik, ayakkabı, kıyafet ve oyuncaklarla doldurdukları odamın kralı olarak ben dünyaya gelmiş, sonsuz bir kral gibi hüküm süreceğim kucağa alınmıştım.
Gerçi doğumum istediğim gibi olmamıştı aslında. Herhangi bir sorun görülmemesine ve yapılan tüm ısrarlara rağmen annemin fazlaca telaşı, o süreçteki ilk mücadelemden beni mahrum bırakmış, sezaryenle birlikte dünyaya gelerek rahat ve kısa bir yolculukla dış dünyaya merhaba demiştim.
İlk sütü almam biraz sorun olmuş, tüm çabalara karşın sütün az gelişi, yeterince doymadığım gibi nedenlerle ağzıma dayanan “mama” adlı kimyasallarla tanışmıştım ne yazık ki… Babamsa içi kıpır kıpır, habire bez ve mama depoladığı odamda bir yandan fır dönüyor, bir yandan da annemin talimatlarını yerine getiriyordu.
Altı yedi ay nasıl da çabucak geçmişti. Desteksiz otururken birkaç kere yere düşmemle tanıştım doktorla ilk. Evet, kafamı çarpmıştım yere; ancak biraz ağlasam da daha sonra attığım gülücüklerle bir şeyim olmadığına yine ikna edemedim onları. Beni apar topar götürdükleri özel(!) hastanelerde adeta bir kobay muamelesi görmüş, baştan sona kafamla ilgili ne kadar tomografi, MR, ultrason varsa çekinmiş, aldığım radyasyon kimsenin aklına bile gelmezken doktorlar ve ebeveynlerimin ısrarla aradıkları ve kendilerinin de ne olduğunu tam olarak bilmedikleri o garip rahatsızlık bir türlü tespit edilememişti. Hiçbir tahlil sonucundan da bir şey çıkmayınca içleri tam rahat olmasa da istemeye istemeye eve dönmüşlerdi. 
Yemek faslı çok eğlenceli(!) geçiyordu. Daha doğrusu ne zaman acıktığımı, ne zaman doyduğumu ben bile bilmiyordum. Bir yaşına yaklaştığım bu süreçte ne zaman yemek sözünü duysam ya elimde cep telefonu ya da karşımda TV’yi buluyordum. Farkında olmadan yaptığım ağız açış, kapatış ve yutuşlarımla bir anda kasem boşalmış oluyordu. Bu esnada maruz kaldığım mavi ışıklar, ardı ardına hızla akıp geçen renkli kareler o körpe beynimi allak bullak etse de annemin içi rahat ediyordu ya, o da bana yetiyordu.
Uykularımı hiç sormayın. Bazen uyumak istemiyordum, doğaldı bu aslında. Beşiğimde veya ayakta sallandığım halde uyumamakta ısrar edince, lütfen gülmeyin, saç kurutma makinesi, vantilatör, elektrik süpürgesi sesi; o da olmadı, klasik müzik dinletiliyordu bana kulaktan dolma bilgilerle… Bunlar da bazen çözüm olmazsa, çaresiz babam beni arabaya bindirip mahallede dört dönüyor, yaşanan bu duruma dışımdan ağladığım kadar da içimden gülüyordum. 
Okul öncesi dönemde doğal olarak hareket etmek benim için en iyi iletişim yoluydu. Ben de akranlarım gibi koşmak, yuvarlanmak, tırmanmak, zıplamak, topa vurmak istiyordum. Dışarıda oynayamazdım; birçok bahane vardı: Komşular rahatsız olur, ayakkabılarım yırtılır, üstüm başım kirlenirdi. Hem sokakta büyüyen çocuklar “serseri”leşir, hep kötü şeyler öğrenirdi. 
Evin her tarafı sürekli yenilenen ve en fazla birkaç saat keyif veren yüksek faturalı fakat beş para etmez oyuncaklarla doluydu. Mızmızlandığımda elime tutuşturulan tablet veya telefondan gözümü ayırabilirsem eğer, pencere kenarında oturur, arkadaşlarımın hiç katılamayacağım maçlarını, tırmandıkları ağaçları, komşu bahçelerinden yürütülen hiçbir manavın tezgâhında daha lezzetlisini görmediğim meyveleri üleşip yiyişlerini izlerdim imrenerek.
Ebeveynlerimin gözetiminde, tıpkı verilmiş bir ödevi yerine getirir gibi, parkta bir iki saat sallanmak beni hiç tatmin etmiyordu. Ben de düşmek, ağlamak; dizlerimi yaralamak, tatlı tatlı kaşınan o kabuğu soymak istiyordum. Dizlerimde açılmayan yaralar, şerha şerha yüreğimde, ruhumda açılıyor; hiçbiri de ne yaparsam kabuk bağlamıyordu. “Aman ağlamasın” kuralıyla akıtamadığım gözyaşlarım avuçlarımda yavaş yavaş eriyen çocukluğumla birlikte içime içime sızıyordu. 
Anaokulu, hiç bilmediğim, daha önce tanı/ya/madığım karanlık ve ürkütücü dış dünyanın koskoca kapısını, kulaklarımı yırtan gıcırtılarla araladı bana. O güne dek her şart ve durumda yanımda olan annemden ilk ayrılış, can damarlarımı kopardı. İlk günler kapıda bekleyen annem de sonraki günlerde gidince içine düştüğüm şey, oyuncak havuzu değil, yalnızlık girdabının dipsiz burkuntusu oldu her seferinde. 
Arkadaşlarım yalnız başına fermuarlarını çektikçe benim dudaklarım büzülüyor, kâğıtları ustaca kullanan akran parmakları yüreğimi kesip biçiyor, düğmelerini kendi kapayan minik eller ruhumu da hayata iliklediklerinin farkına hiç varmıyorlardı.
Evdeki her şey giderek başka türlü bir hal almıştı. Hayatı tanıyıp anlamlandırabilmek için zihnimin ürettiği hiçbir sorunun doğru dürüst cevabını bulamıyordum. Ne annem ne de babamdan…. Aramızda TV, tablet, “Şimdi işim var.” ,“Ne yapacaksın, boşver!..”lerden biri engel oldu hep. Sanki onlar için önceleri sahip olmayı çok istedikleri fakat yedikçe bıkılmış, artık tat tuz vermeyen pahalı çikolatalar gibiydim. Merak duygum içimde depreşemeden geri boğuluyor, sahip olduğum insanî yanlarım köreliyor, bedenimle birlikte ruhum da mekanik bir yapıya evriliyordu.
Dışarıda akşam ezanına kadar oynamak hayalden öteye geçemedi. İlkyaz sevinciyle gökleri çığlık çığlığa dolduran ağızlar, güneş kavruğu tenleriyle koşan çevik bacaklar, güz yağmurlarıyla iliklerine kadar ıslandıkları halde ıslak yaprak aralarından ceviz toplayan meraklı ayaklarım olmadı hiç. Kar kış demeden bayır aşağı sonsuz bir sevince kaymaktan buz moru ellerim, parmaklarım da… Azasızdım, herkesten uzak bir gezegende mevsimsiz olduğum kadar… 
İlkokuldan itibaren tanıdığım-arkadaş demeye dilim varmıyor-çocuklarca; beceriksiz, pısırık, salak “biri” olarak görüldüm hep. Yetişkinlerce korkak bir ana kuzusundan öteye geçit yoktu... Öğretmenlerin gözünde ise tanımım hep aynıydı: “Çok efendi, çok terbiyeli ve saygılı; ancak derslerine daha çok çalışmalı.” Hâlbuki ben sınıftaki sıramda değil, kimsenin beni bulamayacağı bir adreste oturuyor, cevaplayamayacağı bir soru gibi bilinmezliğimle bekliyor, kendi ölümüme kendim ağıt yakıyordum.
Çözdüğüm testlerdeki çıkardığım netler ölçüsünde yükseltmeye çalıştığım itibarım,  her kademede derslerimi başkalarıyla kıyaslayan anne babamın hesap soran gözlerinde hep sönüp gitti. “Neden daha iyi değilim?” sorusuna onlarla beraber soru bankalarında cevap ararken… Yıllar öncesinde kaybettiğim öksüz çocukluğumun ve daha açılamadan soğukların yaktığı ilk gençliğimin kulağıma gelen cılız seslerini ben bile duymak istemiyordum çoğu kez.  
Benim yerime düşünen, konuşan, karar veren, gerektiğinde harekete geçen, savunan birileri olduğu için sorgulayıcı yanım hiç gelişmedi. “Gelmek ister misin?” diye sorulmadan düştüğüm şu dünyada örselenmiş ruhumun yarıçapını hesaplamaktan Matematik’e… Beynimde kopan fırtınaları dindirme çabasından Coğrafya’ya… Benliğimi ören ve kimseye diyemediğim sözcüklerle esir alındığımdan Türkçeye… Ayıracak ne zamanım, ne gücüm ne de hevesim var artık…
Hayata gözlerimi açtığım ilk günden bu yana verdiğim her yeşil filizi acımadan kesen… Kendimce uzatmaya çalıştığım dallarımı kökünden budayan… Toprağa saldığım köklerimi yer yok bahanesiyle kırpıp atan… Üstelik de beni gerçekten seven; fakat bakımını hiç bilemeyen o iki bahçıvan sayesinde dışı yeşil, içi kupkuru bir odunum şimdi. 
“İyi bir bölüm kazansın da bizi gururlandırsın.” hevesiyle tuttukları hiçbir özel hoca, gönderdikleri hiçbir dershane ya da psikolog bu oduna can suyu veremez. Vaktiyle “meleğim” olarak adlandırdıkları varlığın… Kendi tapulu oyuncaklarıymış gibi önce biraz oynayıp da sonra farkında olarak/olmayarak koparıp attıkları zarif kanatlarını hiçbir terzi dikemez artık. Kendi göğünde, kendi kanatlarıyla, özgürce süzülmeyi… O da çok isterdi. 
Ve hiçbir eser, onu meydana getiren sanatçı tarafından yine aynı esere sorulan “Sen neden böylesin?” kadar saçma bir soruya muhatap olamayacaktı. 
(Tüm meleklerin özgürce uçabilmesi dileğiyle onlar adına kaleme alındı.)

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Hayati Yaman
Hayati Yaman 2 yıl önce
Melek büyüdükçe " ömür törpüsü" diye adandırılıyor! Ne güzel anlattın masumiyeti! ...
Adem KURUN
Adem KURUN 2 yıl önce
Çok teşekkürler hocam. Ne yazık ki öyle... Sırf anne baba olduğu için evlatlarının duygularını sömüren ebeveynleri düşündüm bunu yazarken.
Adem KURUN
Adem KURUN 2 yıl önce
Yazının orijinalinde paragraflar bulunmakla birlikte online sunumda çok belirgin olmayabiliyor. Tek bölümmüş gibi algılamazsınız umarım. Bunu çok sorun etmeyeceğinize inanıyor, sesimizi duyurmamıza vesile olan Eura24 ekibine tekrar teşekkür ediyorum.