İsrail, 9 Eylül 2025 Salı günü Katar’daki Gazze müzakerelerini yürüten Hamas yetkililerini hedef aldı. (BBC News Türkçe) Bu saldırı sonrası İsrailli üst düzey yetkililerden peş peşe bazı açıklamalar geldi. Bu açıklamalar; ‘’Eğer Türkiye, topraklarında Hamas terör örgütü ile bağlantılı kişileri barındırırsa Türkiye’yi vururuz.’’ şeklinde yankılandı. Şimdi ilk olarak, terör tanımı kime göre, ne’ye göre? Hamas, bugün uluslararası siyasetin en tartışmalı aktörlerinden birisidir. İsrail için ‘’terör örgütü’’, Katar için ‘’müzakere ortağı’’, bazı Arap halkları için ‘’direniş hareketi’’, Türkiye için ‘’karmaşık bir dosya’’... Peki temelde soru şu: Bir devlet için ‘’terörist olan grup’’ herkes için aynı mı olmalı? Kimin, kim olduğuna, kim karar veriyor? Ya da herhangi bir devletin verdiği bir karara, yüklediği anlama, diğer devlet neden uysun ya da uymak zorunda mı? Aslında bu terör kavramı ile ilgili Uluslararası sistemde tek tip ve bağlayıcı bir tanım yok. Yani Birleşmiş Milletler’in üzerinde uzlaştığı evrensel bir ‘’terörizm tanımı’’ bulunmuyor. NATO ayrı bir liste tutuyor, AB kendi yaptırım listesiyle ilerliyor, ABD başka, Rusya başka… Yani realist perspektiften baktığımızda ‘’terörist kimdir?’’ sorusu, evrensel hukuktan ziyade, siyasi güç dengeleriyle belirleniyor. Hamas kimliği de işte tam bu, ‘’siyasi tanım’’ savaşlarının ortasında şekilleniyor. İsrail için ‘’varoluşsal bir tehdit’’, ABD için ‘’ yaptırım hedefi’’, Katar ve İran için ‘’ müttefik’’, Mısır için arabuluculuk yapılması gereken taraf gibi… Aslında burada kritik olan nokta şu: Türkiye, kendi dış politikasını İsrail’in Hamas’a yüklediği kimlik üzerinden mi şekillendirecek, yoksa kendi ulusal çıkarı, güvenlik algısı veya bölgesel vizyonu üzerinden mi? Şimdi bu İsrail’in düzenli aralıklarla Türkiye’ye yönelik ‘’vururuz’’ söylemi, Türkiye gibi egemen bir devletin iç politika tercihlerini, özellikle hangi grubun veya hangi ismin kendi topraklarında bulunup bulunamayacağına ilişkin kararlarını, dışarıdan askeri baskıyla güya dizayn etme çabasıdır. Temelde Hamas, İsrail’in kendi iç meselesidir. Yani, kendi iç meselenizden kaynaklanan bir probleme karşı, ‘’bir başka devletin egemenlik haklarına dayalı tercihlerini’’ dayanak yapıp, saldırı veya tehdit malzemesi olarak kullanmak ve pazarlayıp propagandasını yapmak, saldırı gerçekleştirmek için asla hukukî bir gerekçe olamaz. Burada BM’nin, ‘’kuvvet kullanma yasağı ve egemenlik hakkı’’ hükümleri çok açık ve nettir. Üye devletler diğer devletlerin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmaktan veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunmaktan kaçınmakla yükümlüdür. Bu norm, bir devletin ‘’ başka bir devletin iç meselesini’’, barındırma vb. unsurlarla gerekçe göstererek saldırıda bulunmasını hukuken önler. (BM 51-2/4) Meşru müdafaa istisnası sadece ‘’ gerçekleşmiş ve ispatlanabilir bir silahlı saldırı halinde ve yine orantılı ölçütleriyle uygulanabilir. Dolayısıyla barındırma söylemi, ne saldırı, ne de saldırı tehdidi hakkını, asla vermez. Uluslararası mahkeme içtihatları da bunu aynen destekler. BM’nin ana yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı (International Court of Justice), Nicaragua v. United States (1986) davasında, bir devlete verilen örgütlenme veya destek iddialarının otomatik şekilde meşru müdafaa hakkı oluşturmadığını netleştirmiştir. Yani; dışarıdaki isyancılara destek vermek ile doğrudan yapılan silahlı saldırı arasında net bir fark vardır. Bu içtihat, meşru müdafaayı kısıtlayıcı bir biçimde yorumlayan, temel bir emsal teşkil eder.
Benzer şekilde, Usama bin Laden’in Pakistan’daki varlığına dair ABD operasyonu (2011) Uluslararası hukuk nezdinde; tartışmalı bir örnek olup, Pakistan’ın egemenliğinin ihlali biçiminde yoğun eleştiriler almıştı. Aynı gerekçe (barınma) yeniden, İsrail’in Eylül 2025’de Doha ‘da düzenlediği (HAMAS hedefli) saldırının gerekçesi olarak öne çıkarıldı. Bu, hukuk dışı gerekçe ile (barındırma) bu sefer İsrail reel olmayan bir şekilde Türkiye’yi tehdit etti. İsrail’in demokratik ülke olma durumunu daima ön plana çıkaran Avrupa için, yapılan eylemin temelde Uluslararası hukukta da bir meşruiyet bulamadığını öne çıkarttım. Burada elbette ki, İsrail’den yüksek yüksek şekilde yankılanan bu sesler, Ankara’nın kapısına dayatılan her tehdit, aslında Türkiye’nin büyüyen gücünün de itirafıdır. Açıkçası bu durum, temelde bir devletin kendi iç meselesini nasıl manipülatif bir şekilde meşrulaştırıp ( barınma konaklama vs.) uluslararası hukuku da nasıl çiğnediğinin yaşanmış örneğidir. Burada, İsrail’in diplomatik, ekonomik baskısı, tehdit dili veya örtülü mesajları bu topraklarda karşılık bulmaz. Türkiye egemenlik hakkını binlerce evladının canı ve kanı pahasına ( gasp ya da satın alma yolu ile değil) büyük bir bağımsızlık mücadelesi vererek kazanmıştır. Bu bağlamda egemen ve bağımsız bir ülke olan Türkiye, kime kapısını açacağına veya kiminle ittifak kuracağına yalnızca kendisi karar verir. Yani bu topraklarda Ankara; icazetini İsrail’den değil, milletten alır.