Apo

24-03-2022

28 Şubat’ın yıldönümüyle birlikte 1, 2, 3 diye sıralı paylaşımlar yapmış ve o dönemi özetlemiştim. Daha sonra ise alt başlıklara parantez açarak hem günümüzle bağlantı kurmaya, hem de paragraf bilgilerini genişletmeye çalışan sunumlar yapmaya devam ettim. İşte onlardan birisi ile daha karşınızdayım!

Sevgili okuyucularım ve özellikle gençler; siz o gün yaşanan olayları iyi bilirseniz, bugün yaşananların hayret verici olmadığını, bilakis ilgililerce görevin eksiksiz bir şekilde yerine getirildiğini de anlamış olursunuz!

Gelelim Abdullah Öcalan’ın namı diğer Apo’nun yargılama sürecine ve sonrasında yaşananlara...

31 Mayıs 1999’da yargılaması başlayan bölücü terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan, 29 Haziran’da kararın açıklanmasıyla idam cezasına çarptırıldı. Yargılamanın başlangıcındaki yaşanan ilk heyecanda; hemen hemen halkın büyük çoğunluğu, -anında kalem kırılır ve hüküm verilir- diye bekliyordu! Ama öyle olmadı!

Süreç uzadıkça insanlarda ‘acaba!’ şüpheleri ile “Hafif cezalar verilip sıyrılacak mı yoksa?” endişeleri hafızalarda yer edinmeye başlamıştı. TV’lere hukukçular çıkarılıp halkın tansiyonu düşürülmeye çalışılıyordu. Kararın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden dönmemesi için kılı kırk yararak yargılama yapılıyor, değerlendirilmelerine tanık oluyorduk! Neyse ki, yargılama heyetinin başkanı Turgut Okyay, bir aylık bir yargılama sonucunda kalemi kırmış ve idam kararını açıklamıştı. Yargı bağımsızdı ve kararını vermişti!

 

Bundan sonra iş artık yasamaya kalmıştı ve yük onların omuzlarında idi. Meclis, kararın uygulanması yönünde kara verdiği anda infaz gerçekleştirilecekti! Şimdi soru şu idi:

“Devletimin emrindeyim, ne vazife verirse yapmaya hazırım!” diyen Apo, idam edilecek miydi? Tabi ki bu soruyu sormak, abesle iştigal gibi gelebilir size… Çünkü bugün bile hayatta olduğuna göre soruyu saçma bulabilirsiniz. Ama o dönemde yasalarımızda idam kararının uygulanması vardı ve henüz idam yasağı gelmemişti! İşte o şartlar içinde yukardaki soruyu sorduğumu düşünmenizi istiyorum! 30 bin kişinin katili olan PKK terör örgütünün eli kanlı, tescilli lideri ve kalemi kırılmış, idam fermanı imzalanmış olmasına rağmen idam edilecek miydi acaba?

Puzzle’ın parçalarını birleştiren o gizli elin maşası, idam cezasını yasalarımızdan çıkarttıracak ve Apo’nun idam kararı infaz edilmeyecekti!

 

İdam kararı kaldırılmış olsa bile “Yasalar geriye doğru uygulanamaz, ileriye yöneliktir.” hukuk kaidesi gereği, kararın infazı yine de gerçekleştirilebilirdi. TBMM’nin kararı ile Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi hala mümkündü! Ürkeklere değil erkeklere oy verin, PKK’yı biz bitiririz, Apo’yu biz idam ederiz, diye seçim stratejisi uygulayan MHP, eğer Meclis’te görüşülecek ve oylanacak yasaların hazır edilmesi sürecinde kurulan Meclis Komisyonları’na üye verseydi; infazın Meclis’te oylanmasına zemin hazırlamamış olsaydı; o günlerde karar uygulanır ve bal gibi de Apo idam edilebilirdi!

Fakat Bahçeli’nin MHP’si öyle karar almadı. Komisyonlara katılıp kararın Meclis’e getirilmesini reddetmek yerine, komisyonlara katılmayarak kararın Meclis’e intikal ettirilmesini sağlamış oldu!

Zaten Meclis aritmetiğinden idamın onay almayacağı belli idi. İşler tereyağından kıl çeker gibi müthiş bir profesyonellik içerisinde ilerliyordu! Böylece Rahmetli Uğur Mumcu’nun MİT-PKK bağlantılarını çözdüğü, Öcalan’ın Derin Devletin(!) adamı olduğu gerçeği, eski dildeki ‘şuyuu, vukuundan beter’ deyimi gereğince gün yüzüne çıkmış oldu.

Yakın dönemlerde meydanlarda Öcalan mektuplarının okutulması, konjonktür gereği TRT’de açıklamalarının yayınlattırılması, Apo’nun kardeşinin TRT ekranlarında seçim propagandası yapabilmesi, Öcalan ile arası açık olan ve onu dinlemeyen Selahattin Demirtaş’ın yargılanmadan, hükümsüz bir şekilde tutuklu olarak hapis yatırılması ve ne hikmetse hapiste olmasına rağmen Cumhurbaşkanı adayı olup seçimlerde yarışabiliyor olması, size hiç anormal gelmesin değerli okuyucularım…

Bu vebal, halk, seçmen ve parti tabanının bir kısmı tarafından MHP’nin karşısına çıkarılacak ve hesap sorulacaktı! Hatta bir sonraki seçimde MHP baraj altında kalarak Meclis dışında bile kalacaktı. Seçmen tarafından, “Neden Apo’yu idamdan kurtardınız?” soru ve sorgulaması karşısında MHP’li siyasiler, “Biz Meclis’teki oylamada Öcalan’ın idamına evet verdik.” diye şark kurnazlığına sarılacaklardı! Doğru evet vermişlerdi ama bal gibi de infazı onlar önlemişti! Siyasete kafa yoran aydın kesim bunu çok iyi biliyor ve halka izah edebiliyordu…

Anlayacağınız siyasette hiç boşa zar atılmıyor, ne hikmetse hakim güçlerin istediği ‘dü şeş’ hep geliyordu…  

                                   .           .           .

Siyasi partilerde, özellikle sağ partilerde, parti içi demokrasi işlemediği için Genel Başkanlar ya ölene kadar koltukta kalıyor ya da kendi isteğiyle ayrıldığında ancak yerine bir başkası geçebiliyordu! Çünkü Genel Başkan seçimlerinin yapıldığı olağan veya olağanüstü genel kongrelerde oy kullanacak delegeleri, il başkanları aracılığıyla bizzat Genel Başkan seçmiş oluyordu. Kongrelerde Genel Başkan adayı olarak başkaları çıksa bile delegeler doğal olarak mevcut Genel Başkan’a oy veriyor ve yeniden onu seçiyorlardı.

Kısacası evcilik oyunu tarzında çok komik bir demokrasicilik oyunu oynanıyor ve adına demokrasi deniyordu! Bu durum halen geçerliliğini sürdürmektedir. Ülke gelişmesinin ve kalkınmasının önüne çıkan ‘ahbap-çavuş ilişkisi’nin temelde nerelere dayandığını görmenizi istiyorum…

                                   .           .           .

O dönemde FP içerisinde baş gösteren “Gelenekçiler ve Yenilikçiler” ayrımı partinin genel kongresine de yansımıştı. Yasaklı olan Milli Görüş lideri Erbakan yerine, Recai Kutan FP’nin Genel Başkanı idi. Kutan ve arkadaşları Erbakan’ın yasağının bitmesini bekleyen emanetçiler olarak gelenekçi kanadı oluşturuyordu. Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç ise R. Tayyip Erdoğan’ın emanetçileri olacak yenilikçi kanadı oluşturmakta idi. Çünkü Erdoğan da 6 Aralık 1997’de Siirt’te okumuş olduğu bir şiir yüzünden yargılanmış, 4 ay 10 gün cezaevinde kalmış ve siyasi yasaklı konumuna düşürülmüştü!

Neticede FP kongresinde kendisinin seçtiği delegelerin oylarıyla ve ezici çoğunlukla yeniden Genel Başkan seçilmesine kesin gözüyle bakılan Recai Kutan, kıl payı farkla karşısındaki aday olan Abdullah Gül’e karşı Genel Başkan’lığını koruyabilmişti! Tabi bu duruma -korumak- denilebilirse…

Moraller alt üst olmuştu ve artık Milli Görüş kendi içinde gömlekli, gömleksiz tartışmaları geçirecek bir yol ayrımına girecekti!

Recai Kutan’ın kazanmasında, o zamanlar FP İstanbul İl Başkanı olan Numan Kurtulmuş ve onun oluşturduğu İstanbul delegelerinin payı çok büyüktü. Onlar kazandırmıştı. Sonrasında Saadet Partisi’nin de başına geçecek olan Numan Kurtulmuş, kendi tabanından bir kesimin vefasızlığına uğrayacak ve bir operasyonla partiden koparılacaktı.

Kurtulmuş, “kurtuldu mu, kurtulamadı mı?” siyasi polemikleri arasında, kısa süreliğine siyasi arenada varlık gösterecek olan Has Parti’yi kuracak ve o şekilde siyasete devam edecekti. Ardından kendi partisini de kapatarak Ak Parti ile birlikte siyaset yapmaya karar verecekti. Zaten halen kendisini bir siyasi aktör olarak zaman zaman görebilmektesiniz de…

Meclis’teki tüm partiler yıpranmış ve halkın gözünde itibar kaybetmişti. O dönemde bütün gözler BBP ve Muhsin Yazıcıoğlu’na çevrilmişti. Ve “Artık tamam, sıra Muhsin Başkan’da!” söylentileri almış başını gidiyordu. Çünkü kendisi önüne çıkarılan her engeli demokratik teamüllerle aşıyor, her kumpastan alnının akıyla çıkıyordu! O da 8 Ekim 2000’de partisinin büyük kurultayını yapmıştı.

Tarihi anlara tanıklık yapan kurultayda yurt dışından ve yurt içinden ilgi ve alaka, o zamana kadar hiç görülmemiş boyutta idi. Kurultaydaki üst düzey temsilci ve katılımcılar aslında hiç kimseyi de hayrete düşürmemişti. Çünkü “Bir tek O kaldı” mottoları, Yazıcıoğlu’nun kendisine duyulan güven iklimiyle birlikte müthiş bir coşku oluşturmuştu. Ayrıca milliyetçi camiada çoğunlukla o zamana kadar hep önüne konulan “Alparslan Türkeş’e ihanet etti!” suçlamaları da artık eskisi kadar karşılık bulmamaya başlamıştı.

 (Ozan Arif dahi ölmeden önce “İyi ki kendisiyle helalleşme imkanı bulmuştum, yoksa gözüm açık giderdi!” beyanatlarını da verecekti!)

Kongre sonrasında bütün gazeteler; “BBP rüzgarı. Bu defa BBP. BBP beklenen sıçramayı yaptı. BBP barajları yıktı!” şeklinde sürmanşetler atmıştı!

.           .           .

Gel gelelim halkımız, kısa süre sonra yine önüne sürülen boyalı cilalı bir otobüse bindirilecekti!

Milenyum Çağında doğan Z Kuşağı çocuklar gibi milenyum partileri de gündemde yerini alacaktı. Ser verip sır vermeyen Tayyip Erdoğan ekibi, telif problemi yaşamamak için parti adı ve amblemi çalışmalarını gayet titizlikle yürütmekteydi. Fakat ofisleri, uluslararası heyetlerin açıkça görüşmeler yaptığı merkeze dönmüştü. Zaten henüz FP’deyken dahi kimse Erbakan ve ekibinden olan Kutan’la görüşmüyor, Erdoğan ve Gül ile görüşüyordu. Milli Görüş’ten yeni doğacak parti, şartlar olgunlaştırılarak normal doğmuş bir parti gibi gözükse de; siyasete kafa yoran kimseler tarafında sezaryenle doğurtulmuş bir parti olarak görülmekteydi.

Her darbenin ardından Türk siyasi hayatını ABD’nin dizayn ettiği gerçeği, bugünden bakınca daha iyi görülmektedir ki; 28 Şubat post modern askeri darbesi de, Siyasal İslam’ın iktidarı için yapılmış bir balans ayarıymış meğerse! Yaşananlar ve daha yaşanacaklar o tezi doğrular mahiyetteydi!

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Adem KURUN
Adem KURUN 2 yıl önce
Matruşka misali... Türk siyaset tarihinde hiçbir şey tesadüf değil Hoca'm... Harika bir anlatımdı... "Neredeeeeen nereye?..."
Hayati Yaman
Hayati Yaman 2 yıl önce
Birilerinin "yerli ve milli" iddialarının ne kadar sahte olduğunu görmek yürek sancısı Hocam.