Gece yarısına 89 saniye

Gece yarısına 89 saniye
09-12-2025

Kıyamet Saati (Doomsday Clock), basit bir zaman ölçer olmanın ötesinde, insanlığın kendi kaderiyle yüzleşmesini gerektiren, varoluşsal bir uyanış çağrısıdır. Bu metafor, sadece fiziksel bir felaket potansiyelini değil, aynı zamanda tarihin, kültürün ve insan deneyiminin de sona ermesi ihtimalini içeren derin bir felsefi boyutu simgeler. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının ardından, nükleer silahların mutlak yıkım potansiyelini kavrayan, aralarında Manhattan Projesi bilim insanlarının da bulunduğu bir grup aydın, Bulletin of the Atomic Scientists çatısı altında bu sembolik saati yaratmıştır. Saat, başlangıçta Soğuk Savaş’ın nükleer gölgesinde, insanlığın kendi kendini yok etme kapasitesine dair bir uyarı niteliğindeydi.

“Gece yarısı”, bildiğimiz şekliyle medeniyetin sonunu veya küresel felaketi işaret eder; bu, sadece fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda insanlığın kolektif bilincinin, ahlaki değerlerinin ve geleceğe yönelik umudunun da çöküşü anlamına gelir. 28 Ocak 2025 itibarıyla Kıyamet Saati’nin gece yarısına 89 saniye olarak ayarlanması, insanlık tarihinde kendi kendini imha etmeye bu denli yaklaştığımız başka bir dönemin olmadığını çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Kendi yarattığımız problemler ile insanlığın sonunu getirmeye kararlı bir şekilde devam etmekteyiz.

 

Bu kritik zamanlamanın arkasında, modern çağın karmaşık, birbirine örülmüş ve katmanlı tehditleri yatmaktadır. Bu tehditler, sadece güncel politik krizlerin yüzeysel tezahürleri değil, aynı zamanda insan doğasının derinliklerine inen, etik, ontolojik (varlık) ve epistemolojik (bilgi) sorgulamaları tetikleyen meselelerdir. Peki, neden gece yarısına 89 saniye kalacak kadar çığrından çıktı dünyamız?

 

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve daha geniş Orta Doğu krizi

 

Bu çatışmalar, yalnızca bölgesel gerilimler olarak kalmayıp, aynı zamanda uluslararası hukukun ve diplomasi geleneğinin çözülüşünü simgeler. Bu durum, Thomas Hobbes’un “Leviathan” adlı eserinde tasvir ettiği “herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) senaryosuna doğru tehlikeli bir kayışı düşündürmektedir. Bu kaotik ortamda, rasyonel aktörler bile varoluşsal korkularla veya algılanan tehditlerle irrasyonel kararlar alabilir, bu da küresel istikrarı temelden sarsar. Bölgesel çatışmaların yayılma riski, domino etkisiyle kontrolden çıkarak küresel bir felakete dönüşme potansiyeli taşır.

 

Artan nükleer yayılma ve nükleer silah azaltma anlaşmalarının bozulması

 

Nükleer caydırıcılığın kırılgan dengesi, karşılıklı kesin yıkım (Mutually Assured Destruction – MAD) doktrininin paradoksal mantığına dayanır. Kimse ilk darbeyi indiremez, çünkü bu her iki tarafın da yok olmasıyla sonuçlanır. Ancak bu doktrin, her geçen gün artan sayıda nükleer aktörle ve silah azaltma anlaşmalarının tek taraflı feshedilmesiyle daha da istikrarsız hâle gelmektedir. Bu durum, insan aklının kendi yarattığı yıkıcı gücü kontrol etmedeki yetersizliğini ve Prometheusçu bir laneti düşündürmektedir. Prometheus’un ateşi çalması gibi, insan da nükleer gücü keşfetmiş, ancak bu gücü kontrol etme ve yönetme sorumluluğuyla boğuşmaktadır. Bilimsel ilerlemenin etik sorumluluktan yoksun kalması, potansiyel olarak kendi kendini imhaya götürebilir.

 

İklim değişikliğinin hızlanan etkileri

 

İklim krizi, antroposen çağının en belirgin ve geri dönülemez izidir. İnsan faaliyetlerinin gezegenin biyosferi üzerindeki yıkıcı etkisi, sadece ekolojik bir felaket değil, aynı zamanda insanlığın doğa ile ilişkisindeki etik başarısızlığı ve sorumsuzluğunun bir sonucudur. Bu kriz, gelecek nesillere karşı sorumluluk (gelecek kuşakların hakları), gezegensel vatandaşlık ve insanın ekosistemdeki yeri gibi derin felsefi soruları gündeme getirir. Bilimsel veriler, küresel ısınmanın geri dönülemez eşiklere yaklaşıldığını ve ekosistemlerin çöküşünün zincirleme reaksiyonlara yol açabileceğini göstermektedir. Buna rağmen kolektif eylemsizlik, nihilist bir kaderciliğin veya kısa vadeli çıkar odaklı düşüncenin trajik bir tezahürüdür.

 

Yapay zekadaki (YZ) hızlı ve büyük ölçüde düzenlenmemiş gelişmeler ve kötüye kullanım potansiyeli

 

YZ’nin yükselişi, insan zekasının doğası, bilincin tanımı ve bireyin özerkliği gibi temel felsefi tartışmaları yeniden alevlendirmektedir.
Algoritmik yönetim ve otonom karar alma sistemleri, etik ikilemleri derinleştirirken, dezenformasyonun yayılması ve gözetim teknolojilerinin gelişmesi, hakikat ve özgürlük kavramlarını temelden sarsmaktadır. YZ’nin kontrolsüz gelişimi, teknolojik tekillik ve insan sonrası bir varoluş gibi bilim kurgu senaryolarını olası bir gerçekliğe dönüştürme potansiyeli taşımaktadır. Ray Kurzweil’in “Singularity is Near” adlı eserinde vurguladığı gibi, YZ’nin insan zekasını aşması, insanlığın evrimsel yolculuğunda yeni ve bilinmedik bir dönemeçtir. Bu, aynı zamanda insanın kendilik algısını yeniden düşünmesini gerektiren ontolojik bir meydan okumadır.

 

Diğer biyolojik tehditler

 

Yeni patojenlerin ortaya çıkışı veya biyolojik silahların kasıtlı kullanımı, insanlığın kırılganlığını ve bilimsel ilerlemenin aynı zamanda yeni riskler yaratma potansiyelini gözler önüne sermektedir. Küresel salgınlar, sadece fiziksel sağlık krizi değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı, ekonomik istikrarı ve bireysel özgürlükleri tehdit eden çok boyutlu krizlerdir. Bu tehditler, insanlık sağlığının küresel boyutu ve biyolojik savaşın etik sınırları üzerine derinlemesine düşünmeye sevk eder.

 

Tarihin tekerrürü, toplumsal hafızanın epistemolojik krizi ve sınıf yapılarının çözülüşü

 

Hobsbawm’ın “Aşırılıklar Çağı” olarak tanımladığı 20. yüzyıldan hiç ders almamış olan insanoğlu, kendi sonuna dolu dizgin koşmaktadır. Bu koşuşturma içinde, Hegel’in ironik gözlemi, “insanların tarihten öğrendiği tek şey, insanların tarihten hiçbir şey öğrenmediğidir.” sözü ise âdeta bir kaderci kehanet gibi kulaklarımızda yankılanmaya devam etmektedir. Bu tekrar, insan aklının döngüsel zaman algısına ve kolektif amneziye olan eğilimini göstermektedir. Felaket senaryolarının beslediği komplo teorileri ve korku politikaları, toplumsal psikolojiyi derinden etkiler. Bir yandan korkuyla manipüle edilen insanlık, diğer yandan nihilist bir apatiye sürüklenerek geleceğe dair umudunu yitirmektedir. Bu durum, Sartre’ın varoluşçuluk felsefesindeki “varoluş, özden önce gelir” ilkesiyle çelişir; zira insan, kendi geleceğini şekillendirme sorumluluğuna sahipken, bu sorumluluktan kaçış, varoluşsal bir boşluğa yol açar. Bu apati, Fromm’un “Özgürlükten Kaçış” adlı eserinde bahsettiği gibi, bireylerin kendi sorumluluklarından kaçarak bir otoriteye sığınma eğilimini de besleyebilir. Böylelikle tarihten ders almayan insanlar, oluşturulan korku imparatorluğu içerisinde önünde sonunda boyun eğen ve sorgulamaktan imtina eden yığınlar hâline dönüşür.
Sosyal politikalardaki derinleşen makas, ekonomik adaletsizliğin sadece pratik bir sorun değil, aynı zamanda etik ve felsefi bir skandal olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Zenginliğin belirli bir kutupta toplanması ve yoksulluğun hızlanarak yaygınlaşması, Rawls’ın adalet teorisinde savunduğu adil bir toplumsal sözleşme idealini temelden sarsmaktadır. Rawls’a göre, bir toplumun adaleti, en dezavantajlı kesimin durumunu en iyi hâle getiren düzenlemelerle sağlanır. Ancak mevcut durum, bunun tam tersini işaret etmektedir. Özellikle orta sınıfın erimesi, sosyolojik bir tehlikeden öte, toplumsal rızanın ve kolektif eylem kapasitesinin aşınması anlamına gelir. Orta sınıf, Aristoteles’in “Nicomachean Ethics” adlı eserinde vurguladığı “orta yol” (mesotes) ilkesinin toplumsal tezahürüdür; bir toplumda istikrarın, rasyonel siyasetin ve eleştirel düşüncenin anahtarıdır.


Orta sınıfın yok olması, toplumun kutuplaşmasına ve radikal ideolojilerin yükselişine zemin hazırlar.

 

Keskin bir ekonomik kutuplaşma ve refah makasının haddinden fazla açılması, toplumsal dayanışmayı parçalar ve potansiyel olarak sosyal patlamalara yol açabilir. “Karnını doyurmaya çalışan fakir” ile “gününü gün eden zengin” arasında konuşlanan orta kesimin giderek erimesi, bu varoluşsal tehditlere karşı ses çıkaran ve eylemde bulunan kitlenin de daralmasına sebep olmaktadır. Bu durum, Gramsci’nin hegemonya teorisini anımsatır; egemen sınıfların rızayı manipüle ederek kendi çıkarlarını koruduğu, pasifize edilmiş bir yapının oluşmasına zemin hazırlar. Gramsci’nin kültürel hegemonya kavramı, ekonomik eşitsizliğin ideolojik araçlarla nasıl sürdürüldüğünü açıklar.

 

Hakikat sonrası çağ: Epistemolojik kriz ve gerçekliğin ontolojik bozulması

 

İçine girdiğimiz hakikat sonrası çağ (post-truth era), yalnızca siyasi söylemleri değil, aynı zamanda gerçekliğin ontolojik statüsünü de sorgulatır hâle getirmiştir. Bu çağda, nesnel gerçeklik yerini duygulara, kişisel inançlara ve algılara bırakmış, hakikat manipüle edilebilir bir metaya dönüşmüştür. Bu durum, Foucault’nun “bilgi-iktidar” ilişkisi üzerine yaptığı analizleri akla getirmektedir: Hakikat, çoğu zaman iktidar ilişkileri içerisinde inşa edilir, dolaşıma sokulur ve kontrol edilir. Baudrillard’ın “Simülakrlar ve Simülasyon” teorisi, gerçeğin yerini temsilin aldığı bir dünyayı tanımlar; bu, günümüzün sanal gerçeklikleri ve dezenformasyon ortamıyla ürkütücü bir benzerlik taşır. Hâlihazırda varlığı gerçek olmayandan kopyalanan kopyaların giderek artması, toplum içindeki ortak ve paylaşılması gereken bilincin de bulanması ve giderek bu bağların kopmasına sebebiyet vermektedir.


Toplumların ortak hafızası, ulus devlet yapılanmasının içinin oyulması ve tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasıyla sistematik olarak hedef alınmaktadır.

 

Bu durum, Arendt’in “Totalitarizmin Kökenleri” adlı eserindeki analizlerini akla getirmektedir; totaliter rejimler, gerçeği çarpıtarak ve tarihi yeniden yazarak kendi iktidarlarını pekiştirirler. Toplumsal hafızanın bozulması, bir ulusun kimliğini, kolektif bilincini ve geleceğe yönelik vizyonunu tahrip eder. Eğer geçmiş doğru bir şekilde anlaşılamazsa, geleceğe yönelik adımlar da rasyonel temelden yoksun kalır ve toplumlar tekrar tekrar aynı hataları yapmaya mahkum olurlar. Özellikle totaliter rejimlerin tarihi yeniden yazma çabası günümüz demokratik (!) hükümetlerinin ve işbirlikçilerinin de sıkça başvurduğu bir aparattır. Ortak tarihe ve bilince sahip bir toplum üzerinde dahi durmaksızın tekrar edilen yalanlar sayesinde tarihin yeniden yazımına tanıklık etmekteyiz. Bu toplum mühendisliklerinin hafife alınması ya da umursanmaması ise gerçekleşecek bütün felaketlerin başıdır.


21. yüzyıl birçok sebepten ötürü çok hızlı gelişmekte ve her geçen gün daha da sert dönemeçlerle karşılaşmaktadır. Çağın getirdikleri ve gereklilikleri artık iyiden iyiye gri bir alana hapsolmakta ve insanların zihinsel imgeleme dünyasını bulandırarak neredeyse
çözümlemesi imkansız bir noktaya evirmektedir. Bu karmaşa ve kargaşa içerisinde de önü kesilemeyen komplo teorileri her gün raflarda yerlerini alırken, bir yandan da aslında bu komploların bir hayli sahici olduğu da geçen zamanla birlikte bizlere kendini ispat etmektedir. Bu epistemolojik kargaşa ortamında, komplo teorileri âdeta bir “anlam yaratma” mekanizması olarak işlev görür. İnsan zihni, belirsizliğe ve anlamsızlığa tahammül edemediği için, her türlü açıklama arayışına girer ve bu durum rasyonel olmayan açıklamalara sığınmaya kadar gider. Ancak daha da endişe verici olan, tüm bu korku imparatorluğu içerisinde, bazı komploların zamanla “sahici” olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bu durum, gerçeklik algısının “muhallebi kıvamına” gelmesine, yani belirsizleşmesine, akışkanlaşmasına ve sağlam zeminini yitirmesine yol açmaktadır.


Bilgisizlik bombardımanı altında kalan toplumlar, far görmüş tavşana dönüşerek, ortak bir mücadele yürütemez hâle gelirler ve nihayetinde toplumsal atomizasyon kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Atomize olmuş bireylerden oluşan bir toplum, ortak bir geleceği inşa etme yeteneğini kaybeder ve dışarıdan gelen manipülasyonlara karşı savunmasızlaşır.

 

İktidarsız iktidarlar ve gelecekten çalınan bir varoluş

 

İktidarsız iktidar sürüleri dünyanın dört bir yanında toplumların üzerine karabasan gibi çökerek kaygı bozukluklarını hap gibi yutturmaktadırlar. Modern siyaset sadece bir yönetim kriziyle değil, aynı zamanda etik ve ontolojik bir boşlukla da karşı karşıya. Bu, yönetenlerin sadece yetersizliğini değil, aynı zamanda iktidarın kendi doğasındaki bir bozulmayı da ifade eder. İktidar, gerçek sorunları çözmek yerine, varoluşsal kaygıları manipüle eden bir araç hâline gelmiştir. Toplumların üzerine karabasan gibi çöken bu yönetim anlayışı, bireylerin kaygı bozukluklarını çoğaltarak onları pasifize eder. Bu, Frankfurt Okulu’nun “eleştirel teori” ve “kültür endüstrisi” eleştirilerine benzer bir biçimde, bireylerin eleştirel düşünme ve direniş kapasitelerinin köreltilmesi anlamına gelir. Modern kültür, insanları tüketim ve eğlence aracılığıyla uyuşturarak, onları siyasi ve toplumsal sorunlara karşı duyarsız hâle getirir.


Yöneticiler, yönettikleri toplumları, bile isteye felaketlere sürüklemekte; huzurun ve refahın paylaşılması gereken yerde tırnakçı gibi gelecek günlerimizden çalmaktadırlar. Bu durum, esasında siyasetin merkezi olması gereken “ortak iyiliğin sağlanmasından” ne denli uzaklaşıldığını gözler önüne sermektedir. Siyasetin bu sapkın formu, Machiavelli’nin siyasi realiteyi tasvirinden öte, Weber’in “amaçsal rasyonellik” (Zweckrationalität) kavramının çarpık bir uygulaması olarak okunabilir: Burada akıl, etik değerlerden bağımsız olarak sadece belirli amaçlara (iktidarı koruma, zenginliği artırma) ulaşmak için bir araç hâline gelir. Bu sarmalın ortasında kalmış ortalama insan, gerçekliği algılamakta güçlük çekmiş, “gelişine yaşamak” ile “karanlık bir yarına bakmak” arasında sıkışmıştır. Bu durum, Camus’nün absürdizm felsefesindeki “anlamsızlığa karşı isyan” çağrısını hatırlatır. Ancak çoğu insan, bu isyanı gerçekleştirmek yerine, varoluşsal bir eylemsizliğe veya “kitlelerin yalnızlığına” sürüklenmektedir.

 

Kıyamet mi, kıyameti var etmek mi?

 

Zihnimizi iğdiş eden tarihin yeniden yazılma çabası, karabasan misali çöken yönetimler, tahakküm altına alınmaya çalışılan hayat, kaygılara bulanan gelecek günler ve bilimum felaket senaryosu karşısında ne yapacağız? İnsan olarak kendi varoluşumuzu kendi ellerimizle şekillendirme kudretine sahipken, bu potansiyeli yıkıma mı, yoksa inşaata mı yönlendireceğiz? Kant’ın aydınlanma çağrısında da değindiği gibi, “İnsan aklını kendi başına kullanma cesareti gösterebilir ve kendine dayatılan vesayetten kurtulabilir.” Bulletin of the Atomic Scientists’in Kıyamet Saati’ni bir uyandırma çağrısı olarak tasarlaması, bilimin ve rasyonel düşüncenin hâlâ bir umut ışığı sunduğunu gösterir. Bilim, sorunları teşhis eder ve olası çözümleri sunar. Ancak, bu uyarıların “sistemin sopası” hâline dönüştürülmesi, iktidarların bilginin kendisini bile manipüle edebileceği gerçeğini ortaya koyar. Bu noktada, Habermas’ın “iletişimsel eylem” teorisi önem kazanır: Eğer rasyonel tartışma, özgür bilgi akışı ve katılımcı demokrasi sağlanamazsa, toplumlar manipülasyona açık hâle gelir ve kolektif rıza inşa edilemez. Habermas’a göre, hakiki iletişim, tahakkümden uzak, rasyonel bir konsensüsün temelidir.
Uyanmamız gereken bir kabusun içerisine sıkıştırılmış durumdayız. ”Uyanmak”, sadece tehlikelerin farkına varmak değil, aynı zamanda bu tehlikelerin ardındaki güç dinamiklerini deşifre etmek, manipülasyonlara aktif olarak direnmek ve kolektif bir bilinçle harekete geçmek anlamına gelir. Bu, sadece bireysel düzeyde bir aydınlanma değil, aynı zamanda toplumsal ve küresel düzeyde bir dönüşümü gerektirir. Zira Spinoza’nın “Ethica” adlı eserinde de belirttiği gibi, “her şey kendi varlığını sürdürme çabasındadır” (conatus).
İnsanlığın da kendi varlığını sürdürme çabası, sadece bireysel düzeyde değil, küresel ve kolektif düzeyde bir eylemi ve dönüşümü gerektirmektedir. Bu, Jonas’ın “Sorumluluk İlkesi” adlı eserinde vurguladığı gibi, gelecek nesillere karşı etik bir sorumluluktur.
Silahlanma yarışının yeniden tavan yapıp, sınırların yeniden çizilmek istendiği şu günlerde koca burunlu şişko adamlar avuçlarını ovuşturarak bizleri nasıl bir kapının eşiğinden geçirecek? Birbirini yok etmek için fırsat kollayan aç gözlü devlerin ülkemize dayattığı sahte barış iklimi ve ulussuzlaştırma politikalarına daha ne kadar göz yumacağız?


Birçokları gibi kabullenip kıyameti mi bekleyeceğiz yoksa kıyametleri olmak için uyanacak mıyız?

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?