Hacamat - 2

Hacamat - 2
24-08-2023

İlk paylaşımımdaki ikinci soru olan “Hacamat gerekli midir?” sorusuna yanıt arayarak mevzuya devam edeyim.

+Kuşkusuz ki tıbbî açıdan mutlak zorunluluğun icap etmesi ve hekimlerin alternatif olarak “bir de onu deneyelim” kararını vermeleri dışında, bu soruya verilecek cevap -hayır- olacaktır. Keskin bir -hayır- cevabımdaki esas itiraz ettiğim nokta ise neredeyse her yaşta ve herkese, “Tarama hacamatı, genel hacamat adı altında yılda en az iki kez ya da hiç olmazsa bir kez yaptırılmalı!” şeklinde lanse edilmesinden kaynaklanmaktadır. Mutlak uygulanması gerekli bir eylem olarak gösterilerek popülaritesinin bilinçli bir şekilde giderek arttırılmasınadır. Yoksa reşit yaşa erişmiş olan kişilerin kendi tercih ve talepleri doğrultusunda gönüllü kurban olarak neşterin veya jiletin önüne yatması ile uğraşacak değilim. Buradaki gönüllüğün temelinde yine din merkezli sunumlar yatmaktadır onu da peşinen belirteyim. İlerleyen pasajlarda ona değineceğim!

Zaman içerisinde ev ve iş hayatımızda değişen yaşam koşulları ve onun getirdiği yeniliklere bağlı olarak bedenimize ve biyolojimize uyguladığımız skalada birtakım değişiklikler ortaya çıktı. Bunlar aynı zamanda bazı eksikleri de ortaya çıkarmış oldu. İnsanlar o eksiklerini farklı yollarla gidermeye başlayınca, o yollardan birisi de hacamat olarak karşımızda konuşlanmaktadır aslında!

Hacamatın bu yönünü görmezden gelerek ona birtakım gizem ve sırlar yüklemenin hatta daha da ileri giderek peygamber eylemi olarak dillendirilip “sünnet” diye onu kutsallaştırmanın bir alemi yok. En azından egzersiz, yürüyüş, yüzme, bisiklet kullanma, pilates topu eşliğinde spor yapma, yoga ile transa geçme, masaj yaptırma, hamam ve saunada terlemeyle birlikte toksik atma gibi muadili türevlerine karşı -sünnet- kamuflajıyla onu arkadan ittirerek, haksız rekabetle kulvara tartışmasız önde sokmanın bir alemi yok!

Zaten birileri olayın içine sır, gizem ve kutsiyet karıştırıyorsa, risksiz veya oldukça düşük riskli bir eylemi, -imtiyazlı kimseler yapabilir- algısı yaratıyorsa, beyniniz anında oraya odaklanmalı ve -bu işin içinde, var bir hinlik- diye düşünmelisiniz?

Değişen yaşam koşullarımızın ortaya çıkardığı, sözde, hacamatı gerekli kılan eksiklerimizin bir kısmını şu şekilde sıralayabilirim:

Eskiden evlerimiz sobalı idi ve odun kömürle ısınma ihtiyacımızı giderirdik. Hemen hemen her evin banyosu vardı ve haftanın bir günü, ki genellikle pazar günleri, ailenin rutin banyo günü olurdu! Gürül gürül banyo sobası yanar, hamam gibi olmuş banyolarımızda annelerimiz bir süreliğine vücudumuzu fışır fışır yakacak olan keseleme eylemine tabi tutardı.

Derimizi soyarcasına keselenme ile cildimizdeki ölü deri hücreleri, kir diye adlandırdığımız katmanlar şeklinde yuvarlanıp zemine düşerdi! Sırtımızın yandığını ve acıdığını dillendirsek de annemiz biranda keseyi göğsümüze dolandırıp, “bu kir pasak içinde el alemin içine çıkılmaz, tertemiz olun, mis gibi kokun yavrum” diye gözümüzle gördüğümüz o tırtılımsı kir gerçeğiyle bizi ikna ederdi. Ondan sonra bu şartlanmanın doğal sonucu olarak acı ve yanma ortadan kalkardı! Zaten mızlanmaların devam etmesi durumunda hamam tasını kafaya yiyince olay, kesin çözümle sonuçlanırdı.

Evinde banyosu olmayanlar ise yine haftada bir kez, her ilçede en az bir tane olan umumi hamamlara giderdi. Ayrıca kültürel dokumuzda hamamlar, evinde banyosu olan olmayan herkesin uğrak yeriydi zaten. Gelin hamamı, damat hamamı, altın günü hamamı, hamam kapatma türünden kendine has terim ve deyimlerimiz bile vardı!

Şimdi soruyorum size;

Bu yaşam koşulları içinde her hafta keseli banyo ve hamam skalasına tabi olan bir kimsenin hacamat adı altında derisine jilet veya neşter attırmasına ihtiyacı olur mu?

Haftada bir hamam ve keseli banyo ile dolaşım, sinir, lenf sistemleri uyarılıp aktive edilmiş; deri ve onun epitel doku hücreleri yenilenmiş vücudun ilaveten dış müdahaleye ihtiyacı olur mu? Cevabı, içinizden kendiniz verin lütfen!

Peki şimdilerde evlerimiz nasıl?

Kaloriferli ısıtmalı ve evin her tarafı ılık. Haftalık banyo ise günlük duş alma rutinine dönüşmüş. Reklamlar -yıka ve çık- diye seni şartlandırıyor! Fıskiyenin altında sabun ve şampuanla vücuduna bir tur geç ardından işe koşuştur.

İşe gidip gelmek, çalışma koşullarındaki rahatlık ve konfor da olayın üzerine tuz biber olunca vücutta biriken toksiklerin atılamamasından kaynaklı ağrılar ve kulunçlar insanı baskılayıp duruyor. Bu durumda, soru gelsin o zaman;

Şimdiki yaşam koşulları içinde, bir insanın vücudunda biriken toksikleri atması, onun yaşam kalitesini arttırmaz mı?

Elbette arttırır. Ama hacamata mecbur ve mahkûm musun? Acaba günümüz koşullarında alternatifsiz misin? Şimdi de bunların cevabını düşün zihninde. Hiç de mecburiyetin olmadığına ben yardımcı olayım biraz dilersen!..

Kupa çekmek, ki bu uygulamada kan akıtmak yoktur, masaj yaptırmak, basit jimnastik hareketleri yapmak, spor salonlarında egzersiz yapmak, ter atmak için tempolu yürüyüşler yapmak, yaşa göre halı saha maçları veya hafif koşulara katılmak, bütün olumsuzluklara rağmen varlığını sürdürmeye çalışan kıyıda köşede tek tük kalmış olan hamamlara gitmek vs sonucu toksiklerini yine atar, kulunç ağrılarından yine kurtulur;  dolaşım, sinir ve endokrin  sistemlerini yine hızlandırabilirsin!

Ama yok ille de “Ben sarıklı cübbeli, çarşaflı tabip kılıklı hoca(!) arıyorum; arkada Kâbe resimli, ilahi fon müzikli programlar eşliğinde sektöre dönüşmüş yağ, bitkisel gıda takviyesi satan tüccar hastasıyım; dua ile ekrandan terapi almak, hipnoz ile tedavi olmak; cevşenci, cinci, hamaylıcı ve muskacılara teslim olmak istiyorum; haccâmlara hacamat olmaya müptelayım.” diyorsan, keyfin bilir.

Benim ne sarığım sakalım var ne de sözüm dinlenir sana göre! Ayrıca her sorunun çözümünü ortaya koyan uzman(!) da değilim. Sadece sana seni hatırlatmaya çalışan, aklını başına devşirmeni sağlamak isteyen bir eğitimci kardeşinim.

                                   .           .           .

Bugün hacamatın faydalarını anlatamaya çalışan uzmanlarda(!) olduğu gibi evvelden de bu gözler ne kallavi uzmanlar gördü bir bilseniz!

Eskiden futbolumuzun durumu içler acısı idi. Milli takımımız, Avrupa ülkelerinden sıfıra karşı farklı skorla yenik dönerdi. Almanya’dan İlyas Tüfekçi ve beraberinde Erhan Önal ülkemize gelip takımlarımızda top koşturmaya, ilave düzenli antrenmanlar yapmaya başlayınca ve milli takımda görev alınca feci ağır ve ezik durumumuz, “şerefli mağlubiyetler veya beraberlikler” klasmanına çıkmaya başlamıştı. İlyas Tüfekçi, anatomik açıdan -parantez bacaklı- idi. Süper çalımlar atar ve harika falsolu toplar çıkarırdı.

Sözü şuraya getireceğim, o dönemlerde Tv ekranlarında uzmanlar(!) parantez bacak ile falsolu top çıkarma ve güzel çalım atma ilişkisini kuruyordu iyi mi? Doğal olarak futbolcu seçen kulüp yetkililerinin düz bir mantıkla parantez bacağa odaklanmasına sebep oluyordu!

Ardından ince ve dümdüz bacakları ile füze gibi sert şut atan, orta sahadan harika top dağıtan zamanın Yugoslav kökenli futbolcusu Cevat Prekazi ülkemize transfer olunca bu defa aynı uzmanlar dümeni o tarafa kırmışlardı.

Son olarak ne parantez bacaklı ne de düz ve uzun bacaklı olan Karpatların Maradona’sı Hagi ülkemize gelince ve futbolumuzda devrim yaratan sonuçlara imza atınca, bizim uzmanların(!) teorileri fos diye sönüvermişti!

Yani işin sırrı bacakta değil çalışmakta, bitmeyen çaba ile gayret göstermekte ve eğitimde idi. Ama gelgelelim o aşamaya gelinceye kadar, köprünün altında çok su akıp gitmişti!

                                   .           .           .

Meyve ve sebzelerin şekillerinin vücudumuzdaki organlara benzerliği üzerinden onları tüketmenin ilgili organa iyi geleceğini savunan uzmanlar(!) var bu ülkede! Hiçbir bilimsel kanıt, veri, istatistik belgesi, bilgisi sunmaya gerek yok nasıl olsa, salla gitsin! Ne sunsan, alıcısı bol ve gidiyor piyasada. Denetimle hesap sorması ve koruyucu tedbirle vatandaşlarını güven altına alması gereken devleti ararsan, o da hak getire.

Bu durumda neden geleneksel ve alternatif tıp, -gerçek tıp- diye sunulmasın ki? Neden Aidin Salih, Ömer Coşkun, Ahmet Maranki prim yapmasın ve ünlü uzman(!) olmasın ki? Neden falcılığa abdest aldıran ve “Elfabe” diye kitap yazan Mehmet Ali Bulut, kanal kanal dolaştırılarak uzman konuk olarak halkı aydınlatmasın(!) ki?  “Onu yemeyin, bunu yemeyin” diye kantarın topuzunu kaçırarak, millete beyin spazmı geçirten Canan Karatay niye internet capsleri ve mini videolarıyla fenomen olmasın ki memleketimde?

Bir çırpıda aklıma gelen isimler ama bu saydığım isimlerden çok fazla var ülkemizde! Ve onlar üzerinden insanlar hacamata, sülüğe, eskiye, geleneğe, renklere, taşlara, çizgilere, organik beslenmeye özendiriliyorken, diğer taraftan bilimden, moderniteden, gelişmeden, gen teknolojisi ürünlerinden, ilaçtan, aşıdan da uzaklaştırılıyor! Sarmal içerisinde birbirini besleyen bu ortam, cehaletin özgüven kazanmasına ve organize bir şekilde büyümesine katkı sağlıyor.

                                   .           .           .

Not: “Acı” Başlıklı köşe yazımın sonunda Hataylı üniversite arkadaşımın depremzede olmasından bahsetmiş ve tanımasanız bile kendisiyle kardeşlik bağı kurmanızı önermiştim. O kapsamda verdiğim Iban’a destek olan okurlarıma buradan teşekkür edeceğimi beyan etmiştim.

Geçenlerde arkadaşım banka hesaplarının ekran görüntüsünü almış ve bana yollamış. “Desteklerinden dolayı çok duygulandığını ve hiç tanımadığı insanlardan yardım gelmesinin kendilerini sahipsiz hissetmekten kurtardığını” belirterek teşekkür etmemi istedi.

Kendileri okurlarımdan olan ve her ikisi de tanımakla onur duyduğum arkadaşlarım ve kardeşlerimmiş meğerse! Benimle birlikte yardımda bulunan kardeşlerimden birisi bana Ahbap’ın kazandırdığı nadideliklerden olan Altın Sarısı Defnecim iken, diğeri her zaman bu tür taleplerimi karşılamada can atan kardeşim, Havva Sultan öğretmen arkadaşımmış!

Şahsım ve arkadaşım adına buradan onlara, kucak dolusu sevgilerimi yolluyor ve yürekten teşekkür ediyorum…

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?