Keman Çalan Yoksul Kız

Keman Çalan Yoksul Kız
04-05-2025

Kemanın sesini ilk kez babasının dizinde duydu. Daha yürümeyi öğrenmeden notalar onun için ninnilere dönüşmüştü. Babası eski bir memurdu; yoksul ama onurluydu. Her akşam, sobanın yanına çöker, kızına melodilerin diliyle sevgisini anlatırdı.

Babası ona,

“Kızım, insan yüreğini anlatacak kelime bulamazsa kemana sarılır,” derdi.

Bu güzel öğütlerin tesiriyle o küçük kız da kemana sarıldı. Küçücük elleriyle kemanın tellerine dokunmayı öğrendi. Henüz 13 yaşındayken, o elleri en çok tutan kişi olan can babası hayatından sessizce ayrıldı.

O günden sonra evin neşesi azaldı, adeta güneşi söndü ama babasıyla melodiler ile kurduğu bağlantısı hiç susmadı. Annesi, gündeliğe gidip ev temizlerken, o evde hayallerinde keman çalardı. Yıpranmış parmaklarıyla ezgileri ard arda dokur, duvarlardaki çatlaklardan umut ışıkları yansıtırdı.

Keman çalabilmek babasından kalan tek miras olmuştu. O mirasla, yoksulluğun içinden zarafetle yükselen bir kız vardı artık: Zeynep ve keman hayali ile babasını yaşıyordu sanki.

Zeynep, sabahları annesinden önce kalkar, okul kıyafetini özenle ütülerdi. Aynı ceket, aynı etek… Ama hep tertemiz. Yakası bembeyaz, düğmeleri tam. Yoksulluğun üstüne giydiği en zarif katman: itina ve düzenli olmaktı.  

Kimse ona “yoksul kız” demesin diye değil, kendine saygısı olduğu için. Babasının hatırasına, annesinin çamaşır suyuyla nasırlaşmış ellerine olan borcu ve saygısıydı bütün bu güzel duygular..

Annesi, aldığı bir tokayı bile özenle verirken kızının gözlerine bakardı:

“Beğenmezse canı yanmasın… Sevinirse gururu incinmesin.”

Zeynep ise her armağanı bir devlet madalyası gibi saklardı. Annesinin kırılgan gururunu hisseder, hiçbir hediyeyi sıradanlaştırmazdı.

Okul çıkışı eve döndüğünde, sokakta giydiği ayakkabıları çıkarır, ev terliklerini giyerdi. Düzen onun direnişiydi. O yoksuldu ama dağınık değildi; eksikleri vardı ama ezik değildi.

O, kendine yakışanı babasından öğrenmişti.

Annesiyse ona,

“Her şeyin yok olabilir ama gururun asla,” demeyi…

Zeynep’in okul çantası hafifti belki ama annesinin yıllardır taşıdığı yük kadar ağırdı. Okul gezileri, fotokopi paraları, müzik yarışmaları… Her seferinde annesi bir şeylerini eksiltti. Bazen bilezik, bazen bir çift inci küpe. En son babasından kalan küçük saat gitmişti, fark ettirmeden.

Zeynep bunları bilmez gibi yapardı. Annesi de onun bilmediğini varsayardı. Oysa ev, sessizce dönen bir fedakârlık oyunuydu. Herkes diğerinin yükünü bilmeden taşıyormuş gibi yapar ama aslında her şeyi kalbinin bir köşesine gizlerdi.

Zeynep okulda en çok müzik dersinde mutlu, huzurluydu. Okulun kemanını eline alınca başka biri olurdu. Orkestranın içinde kaybolmaz, öne çıkmaz; sadece müziğin kendisi olurdu. Hayali, bir gün okul dışında da çalabilmekti ama evde bir keman yoktu. Bunu hiç söylemedi. Bilirdi; söylese annesi o kemanı bir şekilde alırdı. Belki kocasından kalan son gömleği satar, belki yıllardır sakladığı nişan bohçasını…

Bir gün alt kattaki komşunun kızı doğum günü hediyesi olarak bir keman almıştı. Pek de ilgisi yoktu çalmakla. Zeynep de oradaydı. Kemanı eline aldı, yayını usulca tellerin üstüne yerleştirdi… Sonra ilk notaları çalınca herkes sustu.

O günden sonra komşu kızına ders vermeye başladı. Hem ona öğretiyor hem de haftada birkaç saatliğine kemanın sesine yeniden kavuşuyordu. Yetmiyordu ama idare ediyordu. Tıpkı annesinin emekli maaşıyla idare ettiği gibi.

O keman ne onundu ne de asla olmayacak kadar uzaktı. Ama her çaldığında, sanki babası salonun köşesinde başını sallayıp gülümsüyor, annesi de mutfaktan sessizce dinliyordu.

Bu tablo çok güçlü: içtenlik, mütevazılık ve yetenekle yoğrulmuş bir hayat. Zeynep’in keman ile olan aşkını öğretmeni fark etti. Fakat, öğretmeninde bir keman alıp hediye edeceği ne maddi bir gücü vardı, ne de hayırsever tanıdığı. Bu an, kemanla ilgili bir dönüm noktası oldu.

O gün Zeynep okuldan sonra doğruca Bay Karakurtların evine gitmişti. Komşu kızıyla kısa bir ders yapacak, biraz da keman çalacaktı. Parmakları tellere dokunduğunda, içindeki sıkışmış duygular birer birer serbest kalıyordu. Her nota, sustuklarının tercümesiydi.

Evde sessizlik vardı. Ta ki kapı erken çalana dek.

Annesi eve erkenden dönmüştü. Kapının kilidini açtığında kızını bulamayınca içi huzursuz oldu. Zeynep’in çantasının yerinde oluşu, sobanın hâlâ sönmemiş olması… Bir şey olmuş olabilir miydi?

Kapı kapı dolaştı. Sonunda Hatice Hanım kapıyı açtı ve gülümsedi:

“Ah Zeynep mi? İçeride, kızımla keman çalıyor.”

Annesi, gözlerini hafifçe kısıp içeriden gelen ezgiyi dinledi. Korku yerini yavaşça bir sıcaklığa bıraktı. Zeynep, babasının öğrettiği gibi çalıyordu. Aynı sabırla, aynı içtenlikle.

O gece, eve döndüklerinde annesi mutfakta sessizce bir şeyler arandı. Sonra odasına geçti. Yıllardır üzerine eski örtüler, koliler yığılmış büyük bir sandığın başına oturdu. Anahtarını buldu, kilidi çevirdi. Yavaşça kapağı açtı. İçinden kadife bir örtüye sarılı bir kutu çıkardı.

Zeynep, annesinin dizlerinin dibine çöktü. Annesi, “Bu… babanın kemanı,” dedi sadece. Gözlerinde ne gözyaşı vardı ne dramatik bir ifade. Sade bir teslim edişti. Ağır ve gerçek.

Zeynep, kemanı kucağına aldı. Parmakları titriyordu. Kemanla göz göze geldiğinde, sanki babası karşısında oturuyordu. O an, sadece bir eşya değil; bir ömür, bir baba sevgisi, bir yolculuk verilmişti ona.

O gece sabaha kadar uyuyamadı

Ertesi gün, kemanı büyük bir özenle çantasına yerleştirip okula götürdü. Müzik öğretmeni kemanı görünce şaşkınlıkla gülümsedi. Titizlikle gözden geçirdi, tellerine dokundu, burgularını ayarladı.

“Bu keman çok özel… Belli ki bir ustanın eli değmiş,” dedi.

Zeynep artık yalnızca bir kemancı değil, babasının sesini taşıyan bir sanatçının kızıdır. Kemanı çaldıkça babası onunla sanki başkaları gözle göremese de gönlünde yeniden kavuşuyordu. Kemanın yayını tellere sürüp çıkardığı her ezgiyle, hem babasının hem kendi içindeki acıyı, sessizce onarıyordu.

Yıllar geçtikçe Zeynep’in elleri inceldi, parmakları uzadı, zihni ve yeteneği müstesna bir şekilde iyice billurlaştı. Kemanıyla tek vücut olup öyle bir bütünleşti ki artık sadece müzik yapmıyor, adeta kendini yeniden inşa ediyordu her ezgide.

Konservatuvarı birincilikle bitirdi. Ulusal yarışmalarda adını duyurdu, turnelere çıktı. Ama her sahneye çıkarken bir şeyi hiç unutmadı: O keman, babasının kemanı, sadece bir enstrüman değil, onun hem yol arkadaşı hem kader taşıydı ve ona sarılan babasının bedeni, sıcaklığı ve sevgisiydi… Can dostu baba yadigarı kemanıyla öyle can cana böyle bir muhabbeti gönlünde kurmuştu.

Annesi artık çalışmıyordu. Yoksulların oturduğu semtteki sobalı evin yerini, merkezi ısıtmalı, sessiz bir apartman dairesi almıştı. Zeynep, ilk ciddi konser ücretinden annesine yeni bir koltuk takımı, sonra da yıllardır istediği perde takımını almıştı. Ama en kıymetlisi, her sabah annesinin gözünde gördüğü o huzurdu.

Konservatuvarı da büyük bir başarı ile bitirir.

Zeynep artık tanınan bir sanatçıydı. Uluslararası festivallerde adını duyurmuş, kemanı ile ülkenin sınırlarından da aşmıştı. Ancak ne kadar yol alırsa alsın, hiçbir başarı onu babasının dizinin dibindeki ilk melodiden daha fazla heyecanlandırmadı.

Babasının kemanı hâlâ onunlaydı. Sapında minik bir çizik, gövdesinde silinmeyen bir dokunuş… Her konser öncesi onu özenle temizler, sonra kısa bir sessizlik içinde gözlerini kapatır, babasına içinden “hazırım” derdi.

Annesi hâlâ onu her konserine uğurlarken saçlarını düzeltir, “üşütme, kalbini fazla yorma,” derdi. Zeynep gülümsediğinde o eski evin soba kokusu gelir gibi olurdu.

Bir gün, eski mahallelerinden birinde bir çocuk keman çalarken onu görüp heyecanla bağırdı:

“Anne! Bu televizyondaki kemancı abla!”

Zeynep diz çöktü, çocuğun kemanını aldı, yayını tuttu. Ve ona tıpkı babasının ona öğrettiği gibi, ilk notayı fısıldadı.

Çünkü gerçek sanatkarlık, sadece keman çalmakla değil, bu ince sanatı gelecek genç kuşaklara öğretmekle yaşardı.

Beklenen o büyük gün gelir.

Ülkenin en prestijli konser salonu… Duvarları sanat tarihinin izleriyle örülmüş, tavanından kristal avizeler sarkan, kırmızı kadife koltuklarla dolu dev bir salon. Sahneye adım attığında, alkışlar henüz başlamamıştı ama kalpler çoktan çarpmaya başlamıştı.

Zeynep, babasının kemanını omzuna aldı, gözlerini kapattı. Salonun sessizliği, bir dua gibiydi. Valslerle başladı, baladlar ile içli içli yükseldi. Kemanın her telinden, her yay sürüşünden duygular sızıyordu. Dinleyiciler büyülenmiş gibiydi.

Ve sonra…

Resitalin zirve anında, babasının yıllar önce defter kenarlarına not ettiği, sonra evde kemanıyla seslendirdiği o özel parçayı çalmaya başladı. “Hüseyin’in Ezgisi.”

Salonda gözyaşlarını tutamayan bir kişi vardı, o da protokol sıralarından kızını izleyen annesiydi.

Zeynep, babasının melodisini dünyaya duyururken, onun gözleriyle bakıyor, onun sesiyle konuşuyordu sanki. Eser sona erdiğinde salon birkaç saniye sessiz kaldı. O sessizlik, saygının ve hayranlığın en yüksek biçimiydi.

Sonra…

Bir alkış başladı. Ardından da salonu titreten dakikalarca süren bir alkış tufanı…

Annesi gözyaşları içinde kalbinin üstüne doğru eğildi ve tek kendinin duyabileceği şekilde fısıldadı:

“Hüseyin… Kızın senin adını zirveye taşıdı.”

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?