
İhsan Bey, kırklı yaşlarının ortasında, alnı düşünceyle çizilmiş, bakışları uzaklara takılıp kalan bir adamdı. Yüksek matematik eğitimi almış, hayat ve matematik teorilerinin uğruna yıllarını vermişti. Fakat hayat, matematik gibi işlemiyordu; bazen en sade denklemler bile bilinmezlerle doluydu. Akademik ve yüksekokul çevresinde bir yer bulamamış, geçim sıkıntısıyla küçük bir Anadolu lisesine atanmıştı. Adapazarı’nın dış mahallerinden birinde, beton yığınlarının arasına sıkışmış küçük bir devlet lisesinde matematik öğretmenliği yapıyordu.
O sabah, güneş gri bulutların ardından zorla yüzünü gösterirken evinde erkenden uyanmıştı. İstanbul’da bir toplantıya katılacak, belki bir iki bağlantı kurup, yeniden üniversiteye dönebilmenin yollarını araştıracaktı. Her şeyi geceden planlamıştı. Ceketinin cebine yedek kalemini koymuş, belgelerini dosyasına yerleştirmişti. Otobüs bileti cebindeydi. “09.00 – İstanbul” yazıyordu üzerinde.
Tam ayakkabılarını giyip çıkmak üzereyken, evin koridorunda minik bir gölge belirdi.
“Mırraauv…”
Küçük kedisi Minnoş, patileriyle kapının önüne uzanmış, gözlerini yukarı dikmişti. Sanki “Gitme.” diyordu. Bir ileri bir geri gidiyor, kapıyı tırmalıyor, sonra İhsan Bey’in bacaklarına dolanıyordu.
“Ne yapıyorsun Minnoş? Hadi, çekil oğlum. Biletim yanacak bak, oyalanamam!”
Ama kedi ısrarcıydı. Tırnaklarını halıya geçiriyor, yere yatıyor, arada hırlayarak miyavlıyordu. Sanki bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. İhsan Bey sabrını yitirir gibi oldu.
“Yeter artık be! Ne var bu gidişte? Sen de amma büyüttün. Çekil şurdan!”
Ayağını hafifçe uzatıp kediyi kenara itmek istedi, ama dengesi kayıp da istemeden karnına doğru bir tekme savurdu. Kedi acıyla bir ses çıkardı ve geri sıçradı.
İhsan Bey donakaldı. İçinde tuhaf bir suçluluk kıvılcımı yanmaya başlamıştı. “Yok canım, hayvan işte. Anlamaz zaten,” dedi içinden. Ama gönlü, hiç rahat değildi. Kapıyı kapatıp çıktı.
Merdivenlerden inerken kedinin ağlamaklı miyavlaması kulaklarında yankılandı. Sanki bir çocuk ağlıyordu ardında.
Otogar kalabalıktı. İnsanlar telaşla valizlerini, bavullarını taşıyor, otobüslerin isimleri anons ediliyordu. İhsan Bey, çantasını sırtına atıp perona ilerledi ama içini kemiren bir şey vardı. Kedinin gözleri… Kendi çocuğu olmasa da bir evladın bakışı gibi saplanmıştı zihnine.
O an durdu. Çantasını yere bıraktı. Elini cebine attı, bileti çıkardı. Uzun uzun baktı. Sonra derin bir nefes alarak bileti yırttı.
“Geri döneceğim. İçim rahat değil. İstanbul’a bir saat sonra da gidebilirim.” dedi kendi kendine.
Eve geldiğinde kapıyı yavaşça araladı. Kedi kapının önünde büzülmüş yatıyordu. Gözleri yaşarmış gibiydi. İhsan Bey’i görünce ani bir neşeyle zıpladı, miyavladı, kucağına atladı.
“Ah be oğlum… Ne var sende böyle? İçimi okudun sanki.”
Kedi küçük pembe dilini çıkarıp İhsan Bey’in yüzünü, ellerini yaladı. Sanki “Affettim seni.” der gibi. Onlar konuşmadı ama göz göze baktılar uzun süre. Hani; “Kalpten kalbe yol vardır” derler ya.
Bir yarım saat birlikte oturdular. İhsan Bey sırtını okşadı, başını göğsüne yasladı.
“Ben yine gitmek zorundayım Minnoş. Ama şimdi içim rahat. Gönlün razı gibi.”
Kedi bu sefer kapının önüne yatmadı. Sakince arkasına döndü, kuyruğunu havaya kaldırdı. İhsan Bey, çantasını alıp yeniden otogara yöneldi. Yeni bir bilet aldı. Bu sefer otobüsün arka koltuklarından bir yer verdiler ona. İçinde bir huzur vardı ama ne olduğunu anlayamıyordu.
Otobüs, Kocaeli kavşağına geldiğinde aniden durdu. Trafik durmuştu. Şoför sinirliydi.
“Yol kapalı beyler! Kaza olmuş!”
İhsan Bey, cama yapıştı. Yol kenarında ambulanslar, polis araçları vardı. Merakla dışarı çıktı. Kalabalığın arasında yürüdü. Sonunda kazayı gören bir adamla konuştu:
“Adapazarı’ndan gelen otobüs… Kaymış, virajı alamamış. Dereye uçmuş.”
“Otobüs firması belli mi acaba? Hangi otobüs firması biliyor musunuz?” dedi titreyerek.
Adam dönüp baktı:
— “Umut Turizm. İstanbul’a gidecek olan saat 09.00 aracıydı. Neredeyse herkes ölmüş. Allah yardımcımız olsun…”
İhsan Bey’in dizleri çözüldü. Nefesi daraldı. Başından aşağı buz gibi bir şeyler boşaldı. Gözleri doldu. Dudaklarından bir dua ve şu ayet döküldü:
“Ve ‘sizin hayır sandığınız şeyde şer, şer sandığınızda da hayır vardır’… Allah bilir, siz bilmezsiniz…” (Bakara, 216)
Dakikalarca kıpırdamadan orada durdu. Birkaç kişi yanına gelip iyi olup olmadığını sordu ama o cevap veremedi. İçinde bir yangın vardı ama bu, yanmaktan çok kurtulmuş olmanın yanığıydı.
Kaza yeri temizlendikten sonra yola devam ettiler. Otobüs, uçurumun kenarından geçerken İhsan Bey başını cama dayadı. Dereye doğru baktı. Parçalanmış otobüs kalıntıları hâlâ oradaydı. Hayatın ne kadar kırılgan olduğunu o an anladı. Bir kedi miyavlaması, bir iç huzursuzluk, bir biletin yırtılması…
İhsan Bey o gün, yüksek matematikle açıklanamayacak bir gerçeği öğrendi:
Hayat, sadece mantıkla değil; merhametle, sezgiyle ve kalbinle anlaşılır.
Eve döndüğünde kedisine sarıldı. Uzun uzun.
“Sen, sırlarla dolu bir öğretmensin Minnoş. Allah seni bana koruyucu melek diye göndermiş olmalı.”
O günden sonra İhsan Bey, her sabah evden çıkarken önce Minnoş’un gözlerine baktı. Bir şey demese de içinden hep şunu fısıldadı:
“Söyle bakalım, bu sabah için rahat mı?”
Kazadan sonraki günler, İhsan Bey’in zihninde ağır bir sessizlik bıraktı. Otobüsün parçalandığı o uçurumu her gece gözlerinin önünde görüyordu. Sayılar, denklemler, türevler… Artık yalnızca soyut ifadeler değil, içinde hayatın kırılgan ritmini taşıyan şekiller gibi görünüyordu ona.
Okula döndüğünde öğrencileri onu her zamankinden farklı buldu. Daha yavaş konuşuyor, daha çok dinliyor, sınıfta zaman zaman gözlerini uzaklara dikiyordu. Öğrencilerden biri, bir gün defterine şöyle yazmıştı:
“İhsan Hoca sanki bir rüyanın içinden çıkmış gibi. Artık sadece matematiği değil, bizi de çözmeye çalışıyor.”
Gerçekten de öyleydi. Eskiden öğrencileri birer bilinmeyen gibi görürken, artık her birinin içinde ayrı bir evren taşıdığını fark etmişti. Özellikle bir öğrenci dikkatini çekiyordu: Ali. Sessiz, geri planda, sorulmadan konuşmayan bir çocuktu. Ama defterinin kenarlarına çizdiği şekiller, gözle değil yürekle bakıldığında, çok şey anlatıyordu.
Bir gün teneffüste Ali’yi köşede yalnız otururken gördü. Yanına gitti, eğildi:
“Ne yapıyorsun burada Ali? Arkadaşlarınla oynamıyor musun?”
Ali başını kaldırmadan cevap verdi:
“Ben kalabalıkta yoruluyorum hocam. Sessizlikte rahat ediyorum.”
İhsan Bey’in kalbi bir an duraksadı. O an sanki aynaya bakıyordu.
“Biliyor musun Ali,” dedi usulca, “bazı sorular vardır, cevabını sessizlik verir. Ama önce sormayı bilmek gerekir.”
Ali şaşırdı. Sonra ilk defa gülümsedi.
İşte o andan sonra, İhsan Hoca öğrencilerine sadece matematik değil, hayatın içindeki işaretleri de göstermeye başladı. “Bir fonksiyon sadece eğriden ibaret değildir,” derdi artık. “Hayat da bir eğridir; bazen yükselir, bazen düşer. Ama önemli olan, hangi noktada durup hangi yöne baktığınızdır.”
Minnoş ise evin gerçek sahibi olmuştu adeta. Her sabah İhsan Bey’i kapıya kadar uğurluyor, akşam geldiğinde ayakkabılığın önünde bekliyordu. Ama bir gün… Minnoş eve dönmedi.
İhsan Bey ilk başta aldırmadı. Belki dışarıda geziniyordu. Ama gece oldu, sabah oldu, bir gün daha geçti… Minnoş yoktu…
O sokak, bu sokak… Her yere baktı. Küçük bir çocuğunu kaybetmiş gibi hissediyordu. “Minnoş!” diye bağırarak dolaştı bir kaç gün. Fakat hiçbir cevap alamadı.
Beşinci günün akşamı, yorgun bir adımla eve döndüğünde kapının önünde bir kutu buldu. Kutunun içinde Minnoş yatıyordu. Kanatları kırılmış bir kuş gibi bükülmüştü. Yanına da bir not bırakılmıştı:
“Bahçede baygın yatıyordu. Arabanın altında kalmış olmalı. Yaşıyor ama zayıf. Umarım sahibini buluruz.”
Gözleri doldu İhsan Bey’in. Minnoş’un sırtını okşadı, içeri taşıdı, su verdi, ilaç damlattı. O gece başucunda bekledi. Sabaha karşı, Minnoş gözlerini açtı. Fakat, hiç miyav diye sesi gelmedi. Sadece baktı.
İhsan Bey, başını onun yanına eğdi.
“Yine beni uyandırdın. Yine beni kendime getirdin oğlum…”
O sabah okula gitmedi. Bir günlüğüne izin almıştı. Minnoş’un başında durup, pencereden dışarıyı seyretti. Güneş yeni doğuyordu. Kuşlar ötmeye başlamıştı. Yağmur sonrası toprak kokuyordu.
Hemen yakındaki veterinere götürdü. Veteriner Sadık bey, uzun muayene ve tetkiklerden sonra korkulacak bir şeyin olmadığını söyledi. Su ve vitamin yitirmişti ve güçsüz düşmüştü. Kasaptan taze ciğer aldı, Minnoş’a gerekli olan ilaçları da temin edip evine döndü.
Evde Minnoş’u karşısındaki divana yerleştirdi ve derin derin düşündü: belki de kedi, Allah’ın bir sessiz elçisiydi. Onun dünyaya karşı körleşmiş yüreğini açmak, hayatın mucizelerine dikkatini çekmek, kimbilir hayatın iç yüzünü görebilmesini sağlamak için gelmişti. Sanki Minnoş, sessizce konuşup, onun gözlerini ve vicdanını, sevgiyle iç dünyasına çevirmişti. Bu işi başardıktan sonra da şimdi görevini tamamlamış gibi, yavaş yavaş dünyadan çekip gitmek üzereydi.
Birden kalbinde bir cümle yankılandı:
“Hayat, hep konuşmaz. Bazen en derin dersler, bir kedinin bakışında gizlidir.”
Minnoş yavaş yavaş iyileşiyordu. Her gün biraz daha yürümeye, pencerenin pervazına kadar tırmanmaya başlamıştı. Kuyruğunu yavaşça sallıyor, bazen yere uzanıp gözleriyle İhsan Bey’i takip ediyordu. İhsan Bey ise artık sabahları onunla vedalaşmadan evden çıkmıyor, dönüşte de çantasını yere bırakır bırakmaz ilk onun yanına gidiyordu.
O sabah sınıfa girdiğinde öğrenciler onu neşeyle karşıladı. Gözlüklerinin ardındaki bakışlarında, uzun zamandır görülmeyen bir sıcaklık vardı. Tahtaya yavaşça yazdı:
“Bir insanı anlamak, denklem çözmekten daha zor. Ama daha anlamlı.”
Öğrenciler gülümsedi.
“Bugün biraz farklı bir derste olacağız çocuklar,” dedi. “Size hayatımdan gerçek bir şey anlatacağım.”
Oturdu. Sınıf sessizdi. Ardından hikâyeyi anlattı. Minnoş’u, kaçırdığı otobüsü, trafik kazasını, sonrasındaki dönüşümünü. Sınıftaki sessizlik daha da derinleşti. En önde oturan kız, gözyaşlarını silmek için başını defterine eğdi.
“Bazen bir hayvan, bazen bir çocuk, bazen de sadece bir bakış sizi, hayatın gerçek mecrasına döndürür. Gözle görünmeyen bir sevgi dokunur yüreğinize. Ben o sabah ölümden dönmedim sadece. Körleşmiş bir akıldan, hisseden bir kalbe geçtim.”
Dersten sonra Ali sessizce yanına geldi:
“Hocam,” dedi fısıltıyla, “sınıfça bir şey yapmak istiyoruz.”
“Ne gibi?” diye sordu İhsan Bey.
“Sokak hayvanları için. Barınaktaki kedilere mama toplamak, belki bir kedi evi yapmak. Minnoş gibi olanlara umut olmak…”
İhsan Bey’in gözleri doldu. “Minnoş gibi olanlara umut olmak”… Bu cümle yüreğini yaktı. Ali’nin omzuna dokundu.
“Harika olur. Hep birlikte yapalım. Bu, sadece hayvanlar için değil… kalplerimiz için de güzel bir şey olacak.”
Ertesi hafta okulun girişine büyükçe bir kutu yerleştirildi. Üzerinde el yazısıyla şu yazı vardı:
“Bir Kap Sevgi: Kedi ve köpekler için mama topluyoruz. Minnoş’a ve tüm hayata bir teşekkür niyetine.”
Öğrenciler evlerinden küçük katkılar getirmeye başladılar. Bazıları annelerinin yaptığı mama kaplarını getirdi, bazıları eski kazaklardan kedi yatağı dikti. Okulun en sessiz öğrencileri bile katıldı bu işe. İçlerinde bir şey filizlenmişti. Küçücük bir kedi, koca bir sınıfın kalbine dokunmuştu.
İhsan Bey de her gün kutunun yanına bir not iliştiriyordu. Bir sabah şu notu asmıştı:
“Hayatı kurtarmak bazen bir karın doyurmakla başlar. Matematik bunu açıklayamaz, ama kalp anlar.”
Minnoşun iyileşmesiyle birlikte İhsan Bey de yeniden yazmaya, düşünmeye başlamıştı. Matematik üzerine başladığı kitabının girişine ilk kez farklı bir cümle yazdı:
“Bu kitap, sadece sayılarla değil; hayatla, hayvanlarla, öğrencilerle ve bir kedinin sessiz uyarısıyla yazıldı.”
Sınıf artık sadece öğrenilen değil, yaşanılan bir yer hâline gelmişti. Öğrenciler soruları ezberlemiyor, hayatla bağlantı kurarak anlamaya çalışıyordu.
Ve bir gün, okul müdürü kapısını çaldı.
“Hocam, İstanbul’dan bir üniversite sizinle iletişime geçmek istiyor. Konferanslarınıza katılanlardan biri, yaşadığınız olayı duymuş. Sizi bahar sempozyumuna davet ediyorlar.”
İhsan Bey şaşırdı. Ellerini cebine sokup pencereden dışarı baktı. Minnoş, sanki okul bahçesinin bir köşesinde güneşleniyordu.
İçinden şöyle dedi:
“Demek ki bu sefer gitmem gerekiyor. Ama artık kalbim de yanımda olacak.”
İstanbul sabahı gri bir sisle örtülmüştü. Boğaz kıyısı, uykulu martıların sesleriyle yankılanıyordu. İhsan Bey, elinde kahverengi deri çantası, Karaköy’de bir otelin küçük lobisinde oturmuş, konuşma saatini bekliyordu. Kalbinde hafif bir titreme vardı. Ne zamandır büyük bir topluluğa hitap etmemişti. Hele ki bu konuşma, sadece akademik değildi. Anlatacakları, onu bir otobüs kazasından kurtaran bir kedinin izini taşıyordu.
Saat 11.00’de konferans salonunun kürsüsündeydi. Camdan sızan loş ışık, gözlüğünün kenarına vuruyordu. Dinleyiciler arasında genç akademisyenler, birkaç gazeteci ve öğrenciler vardı.
Elindeki kağıda son bir kez baktı. Ardından konuşmasına başladı:
“Ben size bugün bir formül veya sayıları anlatmayacağım. Ne bir teoremden, ne de matematiksel bir ispat yönteminden söz edeceğim. Bugün size bir uyarıyı, bir gecikmeyi, bir pişmanlığı ve bir şükrü anlatacağım. Konum: Hayatın Hesap Edemediği Denklem.”
Salonda bir kıpırtı oldu.
“Bir sabah, Adapazarı’ndan İstanbul’a gitmek üzere hazırlanmıştım. Biletim cebimdeydi, evden çıkmak üzereydim. Ama bir şey oldu. Evdeki kedim… Minnoş. Kapının önünde durdu. Gitmemi istemedi. Yolumu kesti. Hatta ona bağırdım, istemeden zarar verdim. Sonra o ağlarken ben dışarı çıktım. Fakat otogarda içimdeki vicdanımın sesi peşimden gelince; bende evimize geri döndüm. O sabah biletini aldığım otobüse yetişip binemedim. Daha işittiğime göre o otobüs virajı alamayıp, bir dereye uçmuş. Yolcuların tamamına yakını hayatını kaybetmişti.”
Salonda ölüm sessizliği hâkimdi.
“O gün ben sadece bir yolculuğu değil, düşünme biçimimi değiştirdim. Bize hep söylenir: Her şeyin hesabını yap. Risk alırken ölç. Mantıklı ol. Ama hayatın bazı yolları sadece hisle açılır. Bazı uyarılar gözle görülmez, ama ruhla duyulur. İşte Minnoş, bana o uyarıyı yaptı.”
Bir dinleyici elini kaldırdı. Genç bir kızdı. Gözlerinde yaş vardı.
“Peki hocam,” dedi kısık sesle, “o kediyi neden dinlediniz? Yani neden geri döndünüz?”
İhsan Bey durdu. Düşündü. Ardından yavaşça yanıtladı:
“Çünkü içimde sessiz bir ağlayış vardı. Kendi vicdanımın sesi, Minnoş’un miyavlamasıyla yankılandı. O sesi dinlemek için geri döndüm. İnanın o ses, bana hâlâ hayatı anlatıyor.”
Konuşma sonunda uzun bir alkış koptu. Bazı dinleyiciler yanına gelip sarıldılar, bazıları onunla yürüyerek konuşmak istedi. Bir gazeteci yaklaştı:
“Hikâyeniz beni çok etkiledi. Hayvanlar üzerine değil, insan olmak üzerine konuşuyorsunuz aslında.”
İhsan Bey başını salladı:
“Evet. Çünkü hayvanlar bize aynadır. Onlara nasıl davrandığımız, kendimize nasıl davrandığımızın izdüşümüdür.”
İstanbul’da geçirdiği o birkaç gün, bir türlü kutsal gezi gibiydi onun için. Kalabalıkların arasında yürürken hep Minnoş’un gözleri gözlerinin önüne geliyordu. İstiklâl Caddesi’nde bir sokak kedisinin başını okşarken yakaladı kendini. Küçük bir kız elinden tutup sordu:
“Kedin mi?”
“Hayır,” dedi İhsan Bey, “ama tanıdık biri gibi.”
Dönüş yolunda, otobüs camından dışarı bakarken içinden geçen şu cümleyi günlüğüne yazdı:
“Yolda olmak, yalnızca gitmek değildir. Bazen bir yerden geçerken kalbin ile başka bir yere varırsın.”
Adapazarı’na vardığında hava akşam karanlığına dönüşmüştü. Taksiyle evinin sokağına geldi. Bahçe kapısını açarken tanıdık bir ses duydu:
“Mııırrr…”
Minnoş, avlunun köşesindeki taşın üzerinde oturuyordu. Gözleri yorgun ama huzurluydu. Sanki her şeyi anlamış gibiydi.
İhsan Bey diz çöktü. Başını Minnoş’un başına yasladı. Sessizce mırıldandı:
“Ben döndüm. Ama aslında seni bırakıp hiç gitmemiştim. Sen beni hep burada tuttun, değil mi?”
Minnoş gözlerini kırptı. Kuyruğunu hafifçe salladı.
O akşam, ilk defa yıldızların gökyüzüne sessizce göz kırptığını gördü. İnsan ile hayvan arasındaki görünmez bağ, bir kez daha görünür olmuştu.
İhsan Bey’in İstanbul’daki konuşmasından sonra okulda garip bir canlılık başladı. Müdür, öğretmenler odasında onun konuşmasını büyük bir heyecanla anlatıyor, öğrenciler ise sosyal medyada konuşmadan alınmış cümleleri defter kapaklarına yazıyorlardı:
“Hayatın bazı yolları sadece hisle açılır.”
“Kedi değil, vicdanım yolumu kesti.”
“Hayatı kurtarmak bazen bir karın doyurmakla başlar.”
Okulun duvarına büyük bir pankart asıldı. Üzerinde bir resim vardı: Minnoş’un sevimli bir portresini taşıyan bir kalp ve yanında şu yazı:
“Minnoş’tan Büyük Ders: Merhametle Büyüyen Bir Dünya İçin”
İhsan Bey önce şaşırdı, sonra sevindi. Ali ve arkadaşları bu fikirle gelmişti. İhsan Bey’i de işin başına geçirmek istiyorlardı.
“Hocam, bu artık sadece sokak hayvanları için değil,” dedi Ali. “Yalnız kalanlar, unutulanlar, konuşamayanlar için… Belki biz bir köy okuluna kitap yollarız. Belki bir barınağa gider, temizlik yaparız. Ama kalbimizle yaparız.”
İhsan Bey başını salladı. Gözlüğünü çıkarıp mendiliyle sildi.
“O zaman bu işe adını da Minnoş versin.”
Ve böylece “Minnoş ve Minik Kalpler İçin Büyük Adımlar” kampanyası doğdu.
İlk adım, okulun boş deposunu minik bir mama ve yardım deposuna çevirmek oldu. Her sınıf haftalık küçük katkılar yaptı. Bazı veliler de katıldı bu çalışmalara. Ardından okulun sanat kulübü devreye girdi. Minnoş’un çizimleriyle süslenen kitap ayraçları, defter kapakları, bez çantalar yapıldı. Satışlardan elde edilen gelirle hem hayvan barınaklarına destek gönderildi hem de köy okullarına kargo kutuları dolusu kitaplar ulaştırıldı.
Ama kampanyanın en anlamlı anı, okul bahçesinde gerçekleşti. Öğrenciler ve öğretmenler kendi elleriyle bir “Minnoş Parkı” inşa etti. Ahşaptan yapılmış üç küçük kedi evi, çiçeklerle çevrili bir patika ve üzerinde şu cümlelerin yazılı olduğu bir tabela:
“Bazen bir hayatı değiştirmek için sadece bir bakış, bir miyav, bir geri dönüş yeter.” İhsan Bey
Adapazarı basını haberi yaptı. Yerel televizyon bir röportaj istedi. Kameralar geldi, mikrofonlar uzatıldı. Bir muhabir sordu:
“İhsan Bey, bu hareket nasıl başladı?”
İhsan Bey Minnoş’a baktı. O sırada bahçedeki taşın üstünde güneşleniyordu. Ardından kameraya dönüp şunları söyledi:
“Bir bilet yandı… Ama bir hayat kurtuldu. Bir tekme atıldı… Ama bin gönül uyandı. Merhamet, küçük bir kediyle başladı. Ve biz o kuyruğu sallayan, gözleriyle konuşan o canlının bize ne dediğini nihayet anladık: ‘Dünyayı değiştirmek istiyorsan önce kalbini dinle.’”
Kampanya hızla yayıldı. Sosyal medyada “#MinnoşlaDeğiştir” etiketiyle binlerce genç, kendi şehirlerinde küçük ama etkili adımlar atmaya başladı. Kediler için ev yapanlar, yaşlılara yardım götürenler, doğaya atık toplamaya çıkanlar… Her biri Minnoş’un sessiz mesajını bir yerlere taşıyordu.
İhsan Bey bir gün pencereden dışarıya bakarken Minnoş’u seyrediyordu. İçinden şöyle dedi:
“Sen sadece bir kedi değilsin Minnoş. Sen bir hatırlatmasın. Bizim unuttuğumuz sesi, görmezden geldiğimiz sesi geri getiren bir işaretsin. Sen artık bir hatıra değil, bir hareketsin.”
Ve o gece defterine şunları yazdı:
“Matematikte ‘bilinmeyen’ çözüldüğünde, denklemin tamamı anlam kazanır. Hayatta da öyle. Bilinmeyen bazen bir sessizlik, bazen bir miyav, bazen içindeki susturduğun sestir. Ben Minnoş sayesinde bu bilinmeyeni buldum. Şimdi artık çözüm yolunu başkalarına da gösterebilirim.”