Kontrpiye

25-03-2022

Fransızca kökenli bir kelime olan başlık, sporcuların şaşkınlığı için kullanılır. Genellikle futbolda kalecilerin kendi defans oyuncuları tarafından hiç beklenmedik bir şekilde yanıltılması ve çoğunlukla da hak etmediği golleri yemesine karşılık kullanılan şaşkınlığı ifade eden bir sözcüktür!

Bugün de sizlere 2000’li yılların başlarında milletimize beklenmedik şaşkınlıklar yaşatan bir takım tarihi olayları anlatacağım için bu başlığı seçtim.



Milli Görüş’ün kapatılan her partisi, 2000’li yıllara kadar, hep yerine kurulan yeni parti ile yoluna devam etmişti. Ancak ilk kez “Gelenekçi-Yenilikçi” tabiri ile yol ayrımına gelmiş olan bu siyasi hareket, 22 Haziran 2001’de kapatılan Fazilet Partisi’nden iki parti ortaya çıkaracaktı.



20 Temmuz 2001’de Recai Kutan Genel Başkanlığında Saadet Partisi kuruldu. Saadet Partisi Milli Görüş’ün temsilcisi ve Necmettin Erbakan’ın yeni partisi olarak siyasi arenada yoluna devam etmeye başladı. Doğal olarak 1999 seçimleriyle Meclis’te 105 milletvekili ile temsil edilen FP’den kendilerini tercih eden gelenekçi ve milli görüş gömlekli vekillerle temsil edilmeye de başlamıştı…



14 Ağustos 2001’de ise Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında ama yasaklı olduğu için Abdullah Gül geçici Genel Başkanlığında Ak Parti kuruldu. Partisinin başında olamayan Tayyip Erdoğan, 2002’de partisinin girdiği ilk seçimlerde bile seçime giremeyecek ve Meclis’te olamayacaktı! Ama olsundu. Ne kadar mağduriyet artarsa, o kadar destek gelecekti! Kurulduğu andan itibaren Ak Parti de; FP’den ayrılmış olan yenilikçi ve milli görüş gömleğini çıkarmış olduklarını deklere eden vekillerce Meclis’te temsil ediliyordu.



Öyle ki, Ak Parti’ye geçen vekiller topluca partiye geçmek yerine, gündemde daha çok yer almak için ‘image maker’larının isteği üzerine, zamana yayılmış bir şekilde teker teker ve gün aşırı partiye katılmaktaydılar! Hafızam beni yanıltmıyorsa 50 milletvekili ile Meclis’te temsil edilmekteydiler! Sonuçta vekiller olarak eski olsalar da, halkta ‘yeniyiz’ imajı tutturulmaya çalışılmaktaydı. Ayrıca kurucular arasında çok geniş yelpazeye yer verilmişti. Soldan ve merkez sağdan eski yeni pek çok isim partide kendisine yer bulmuştu.

Çok enteresandır son olarak HDP’de siyasi yaşamını noktalayan ve vefat etmiş olan Dengir Mir Mehmet Fırat da Ak Parti’nin kurucularından ve Genel Başkan yardımcılarından birisi idi. O ismi zikretmemin özel bir sebebi var ki onu açıklayacağım. Milli Görüş tabanlı bir siyasetçi olan, Numan Kurtulmuş’la birlikte Has Parti’nin kurucuları arasında yer alan, Genel Başkan Yardımcılığı yapan, hatta Parti’yi kapatıp Ak Parti’ye gittiğinde kendisine tepki gösteren ama kapanmayı engelleyemeyen bir siyasetçi olan Mehmet Bekaroğlu’dan bahsederek anlatacağım… Bekaroğlu henüz daha AKP kurulmadan önce, solcu Ertuğrul Günay ile birlikte “Müslüman Sol Hareketi” başlatmış ve birlikte Sivil Toplum Kuruluşlarının hak arayışı gösterilerinde ön plana çıkan aktivist kimlikli siyasiler olarak gündeme gelirdi! Halen CHP’den Milletvekili olarak Meclis’te bulunan bir parlamenterdir aynı zamanda. AKP’nin ne denli geniş yelpazede kurulduğuna çarpıcı bir örnek olarak o isimleri aktarıyorum. Bekaroğlu AKP tarafından kendisine de teklif geldiğini ama kabul etmediğini anlatıyordu. Fakat hem Ertuğrul Günay’ın, hem de “Siyasetin ne kadar kaşarlıları varsa, hepsi AKP içinde toplanmış, yeniyiz diye vatandaşa yutturuyorlar!” sözlerini bizzat kendisine söyleyen Dengir Mir Mehmet Fırat’ın AKP içinde siyaset yapmaya başladığını ifade etmişti! İlginç değil mi?



Erdoğan ve çekirdek kadrosunda yer alan kurucu troyka (Arınç, Gül ve Şener) kendilerine yakıştırılan ‘milli görüşçü’ yakıştırmalarını şiddetle reddediyordu. Askeri vesayetin ve cuntacıların halkın üzerinde oluşturduğu korkunun önünü almak için kurdukları her cümleye, “Biz değiştik, ders aldık, gömleği çıkarttık, biz yenilikçiyiz!” ifadeleri ile başlıyorlardı. Hatta partinin amblemi olan ampulün ilk görseli içindeki sembol tungsten telinin medyada ve etkin köşe yazarlarının yazılarında ‘rahle’ye benzetilmesinden duydukları endişe gereği, apar topar amblemde değişikliğe gidilmiş ve günümüzdeki mevcut halini aldırmışlardı!

28 Şubat’ın bütün faturası gelenekçi kanat üzerinden Erbakan ve ekibine kesilmişti. Erdoğan ve ekibi de zinde güçlere “Biz artık onlardan değiliz.” mesajını yolluyordu. Partisini tanımlarken de, “Muhafazakar Demokrat” tabirini kullanıyor ve özellikle Özal’ın ANAP’ını işaret ediyordu. Zaten Erbakan da onlara “AKP, Arka Kapıdan kaçanlar Partisi!” diyordu!

Her şey yolunda ilerliyor gibi gözükse de, darbeci zihniyet eliyle yürütülen dizayn projesi yürütücüleri, hala ısrarla Erdoğan ve ekibinin takiyye yaptığını öne sürüyor ve mağduriyetini giderek arttırıyordu. Hatta ilerleyen dönemlerde 2007’de 27 Nisan e-Muhtırası gelecek ve 2008’de Ak Parti’ye de kapatma davası açılacaktı! Yani biri döverek, diğeri severek büyütülmek üzere sistem; Ak Parti ve CHP eksenli iki partili düzene kaydırılmış olacaktı. Bu portföy, bir ABD modeli olarak Türk Siyasi hayatına çiziliyordu!



. . .



CHP Meclis’te değildi ama bütün hazırlıklar o doğrultuda ilerlemekteydi. Çünkü solun Meclis’teki temsilcisi olan DSP de bölünmeye başlamıştı.



Darbecilerin yanında olan ve Erbakan iktidarının alaşağı edilmesinde gizli aktör olan Fetullah Gülen, devlet içine sızmış cemaat yapılaşmasıyla, bir hayli sağlık problemleri yaşamaya başlamış olan Ecevit’i iktidardan uzak tutarak planlarını devreye sokuyordu. Aslında Gülen ile Ecevit arasında neredeyse su sızmayacak pozisyon sağlanmış olmasına rağmen DSP’nin ikinci adamı olan ve sağdaki Cemil Çiçek’in muadili pozisyonunda yer alan Hüsamettin Özkan bu defa aktif roldeydi.



Ecevit, Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne yatırılmış ve tedavi edilmekteydi. Ancak güya tedavi edilesiymiş, oysa “İlaç verilerek hastalığı ilerlettirilmekte ve yavaş yavaş ölüme terk edilmekte!” yaygarası koparılmaktaydı. Daha sonraki süreçlerde “Ergenekon, Balyoz operasyonları” adıyla kurgulanan ve zamanın cemaat medyasında her haber kuşağında ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) diye belleklere kazınan kumpas davalarında, bu durum tekrar gündeme taşınacaktı.



O dönemin cici ve uysal çocuğu Cemaat, daha sonraki süreçte Ak Parti iktidarlarının da gücünü yanına alarak Devlet içine uzanmış, çöreklenmiş çete mensuplarıyla azgınlaşacak ve resmen zulüm şebekesine dönüşecekti. Tayyip Erdoğan bizzat meşhur Fetö savcısı Zekeriya Öz için İtalya’da temiz eller operasyonu yapan savcı Di Pietro benzetmesi yapacaktı!



Fetö mensuplarınca son derece sistemli ve planlı işleyen operasyonlar asker, sivil, üst düzey bürokrat, siyasetçi ve yargı mensuplarından yurtsever insanları ekarte etmeye yönelik yürütülmekteydi. O günlerden hazırlıklarını yapmaya başladıkları ve ileride kurmuş olacakları tuzaklar, kumpaslar, gizli ses ve görüntü kayıtları ile yapacakları şantajlarla ortalığı kasıp kavuracaktı.



Gazetelerinde yer alan asılsız haberler(!) kendi yapılaşmalarına mensup savcıların delil kabul etmesiyle suçlama, tutuklama emri verilecekti. Aynı çetenin mensubu hakimlerin yargılama ve hapis cezaları ile insanlar haksız yere hapse atılacaklardı! Şebeke ve kumpas, siyaset koruma zırhı altında tıkır tıkır işlemekteydi. Çünkü etkin AKP’li siyasetçiler de “Devlet bağırsaklarını temizliyor!” diye onların sırtını sıvazlıyordu. O furyada Başkent Üniversitesi mütevelli heyeti başkanı Prof. Mehmet Haberal da hissesine düşeni yaşayacaktı. Dönemin Başbakanı Ecevit’in hayatına kast etmek suçu(!) da kayıtlara girmişti. Ne garip bir tezahürdür ki; cemaat sever olarak bilinen Ecevit’e ve Partisi’ne ABD odaklı operasyonla Fetullah Gülen üzerinden müdahale gerçekleştiriliyordu! Ama o Ecevit, Fetö elebaşının ABD’ye kaçmasına zemin hazırlıyordu! Fetoş da sanki Allah’ın danışmanıymış gibi ve güya kendisinde var olduğunu iddia ettiği şefaat yetkisini(!), Allah’tan rol çalarak, Ecevit’e kullanacağını açıklıyordu!



“Defans kim, kaleci kim, kaleciyi kontrpiyede bırakarak kendi kalesine kimler kaç gol attı?” Onları da siz bulun anacığım! Her şey devletten beklenmez değil mi?

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?