Postmodern Darbe

03-03-2022

 28 Şubat başlıklı üç bölümlük seri sunumlarla Post Modern Darbe sürecini olabildiğince özetlemeye gayret etmiştim. O kadar ilgi çekti ki yayınlar anlatamam! Gençler bilmenin önemini ve acısını, bizim gibi yaşlılar hatırlamanın buruk sancısını yaşadı. O döneme yönelik tarihi vesika mahiyetinde bilgilere ek olarak birkaç paylaşım daha yapmam gerektiğini vurgulayanlara duyarsız kalamazdım. Okuyucu her zaman baş tacımızdır ve onlardan gelen talepler doğrultusunda paragrafları genişleterek devam etmeye çalışacağım.

 

Öncelikle eura24.com haber sitemizin köşe yazarlarından da olan Nurdoğan Aktaş Beyefendi’ye değinmek istiyorum. Kendileri, 28 ŞUBAT - 2 başlıklı yazımın altına “Ayların Almanca adlarını” yorum olarak yazmalarını istediğim için özelden dönüş yaptı. O kadar detaylı bilgiler derleyip toparlamış ki anlatamam! Fevkalade etkilendim ve çok yararlandım. “Hocam siz Almanya’daki okurlarınızdan talep ettiniz. Ben de bu vesileyle hem öğrenmiş oldum. Hem de sizin talebinize yanıt vermiş oldum” diye naif bir şekilde dönüş yaptı. Kendilerine buradan teşekkür etmeyi borç biliyor ve şükranlarımı sunuyorum. Gördüm ki Almanca ay adları arasında da bağlantı kurulabiliyormuş. Örneğin Ocak, Der Januar; Mart, Der März; Nisan, Der April; Ağustos, Der August şeklinde adlandırılıyormuş!

 

Bu sunumumda da, siyasi tarihimize “Post modern darbe” diye kaydedilen 28 Şubat askeri müdahalesine götüren sürece ve olaylara değineyim istiyorum.

Halkımız nasıl 2019 yerel seçimlerinde muhalefet bloğu olan ‘Millet ittifakı’ adaylarına daha çok oy verip, Büyükşehir’lerde belediye başkanlıklarını kazandırarak iktidarda olan Ak Parti’ye bir nevi ‘yeter artık’ mesajı vermişse; 1994 yerel seçimlerinde de Refah Partisi adaylarını belediye başkanı seçerek aynı mesajı dönemin merkez sağ partileri ve sol partilerine vermişti.

Mevcut Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da 1994’te %25 küsur oy oranı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı seçilmişti.

(Her ne kadar kendileri, 31 Mart 2019’da yapılan seçimdeki %48.8’lik Ekrem İmamoğlu galibiyetini kabul etmeyip yeniden seçime gidilmesini antidemokratik görmemiş olsa da!)

 

O dönemde sayısı on beş olan Büyükşehirlerin altısını (İstanbul, Ankara, Konya, Kayseri, Erzurum, Diyarbakır) ve pek çok il belediye başkanlıklarını RP kazanmıştı. Bu sonuçlar son derece şaşırtıcı idi ama göstere göstere geliyordu. Kendilerini elitist, seküler ve laisizm taraftarı gören sol ve merkez sağdan olan siyasiler, halkın refah seviyesini yükseltme adına hiçbir şey yapmadıkları gibi dindar kesimi de sürekli hakir görüyorlardı. Aynı zihniyetin aydınları, gazetecileri ve yazar çizer takımı, halkta rahatsızlık oluşturmasına rağmen vurdum duymaz tavırlarla beyanatlar vermeye devam ediyor ve en kötü ihtimalle ordu yönetime el koyar, her halükarda görevi bizim gibi düşünenlere devreder pozisyonunda idiler.

Tepeden bakan o siyasi zihniyete karşılık, halkın içinde siyaset yapan, o dip dalgayı çok iyi hisseden RP, önlenemez yükselişe geçiyordu. RP’nin gerek Genel Başkanı, gerek parti yöneticileri ve gerekse ön plandaki seçilmiş kişileri din istismarlı söylemlerde ortak hareket ediyordu. Ayrıca Demokrasiye, Cumhuriyete ve Anayasanın değişmez ilkelerine yönelik sert söylemleri de, doğal olarak sağduyulu, demokrat kesimde rahatsızlık oluşturuyordu.

Örneğin bizzat Genel Başkan Necmettin Erbakan, “Kendilerine oy verenlerin Müslüman, diğerlerinin patates dininden olduğunu söylüyordu. RP dışındaki partilerin tamamını, ben ve ötekiler diye ayırarak ayrıştırıcı bir dil kullanıyordu. İHL’leri RP’nin arka bahçesi şeklinde konumlandırıyordu. Cami cemaatinin cebinde bilmem şu gazete nasıl olur, başında fötr şapka nasıl olur ve RP’den başka bir partiye nasıl oy verir?” tarzında siyaset yapıyordu.

 

Tarikat ve cemaatler de kendileri için oy deposu olarak görülüyordu. Onların din istismarı yaptıkları ve din üzerinden insanları sömürdükleri hiç dillendirilmediği gibi, onlarla kanka olmak, onların siyaset üzerinden devlete uzanan kolları olmak istiyorlardı. RP’nin o alandaki etkisini kırmak ve oylarından yararlanmak için diğer partiler de tarikat ve cemaatlere kontenjan vermekteydiler. Böylece Tarikat ve cemaatlere adı konulmamış bir meşruiyet kazandırılmış oluyordu. O yapılaşmaların önderleri, sözcüleri ve kendi içinden çıkardıkları siyasi kimlikli kişiler bu meşruiyeti(!) tepe tepe kullanıyordu. Gizli aşikar, kuruluşunda onları kapatan Cumhuriyeti, ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü düşman ilan edebiliyorlardı. Laiklik doğrudan İslam düşmanlığı olarak görülüyor, Batıdan alınan demokrasi küfür düzeni sayılıyor ve Şeriat isteniyordu.

 

Hatta İran’da Humeyni önderliğinde kurulan (güya) İslam devleti örnek gösteriliyordu. Partinin Avrupa teşkilatlarıyla bağlantılı olan Radikal İslamcı gruplar Türkiye’de sözde ‘şeriat devleti’ kurduklarını ilan ediyorlardı. Kendilerine oy gelsin de, ne olursa olsun mantığı, ‘zafere götüren her yol mübahtır’ anlayışını doğurmuştu. Öyle ki o dönemlerde Sırplarla savaş halinde olan Bosnalı Müslümanlara gönderilmek üzere toplanan paraları bile “Biz de burada küffar(!) ile mücadele ediyoruz, önce biz savaşı kazanmalıyız. Zaten ondan sonra biz tüm dünya Müslümanlarını refaha kavuşturacağız!” kutsal psikolojik rahatlaması ile hiç çekinmeden iç edebilmekteydiler. Amaç (güya) Allah rızası olunca, dava uğruna değer meğer kalmıyordu. Tarihe ‘Kayıp trilyon ve Mercümek davası’ olarak geçmiş olan o belgeleri de araştırabilirsiniz.

 

“Bir kişi hem laik, hem Müslüman olamaz. Demokrasi ve Cumhuriyet, amaç değildir. Amaca götüren bir araçtır. Kemalizm rejimini yıkacağız. Türk sözü bölücülüktür. Sen ne mutlu Türküm dersen, benim doğu ve güneydoğulu kardeşim de kalkar ne mutlu ben kürdüm der. Milliyetçilik dinsizliktir. Ümmet bilinciyle ümmetçi nesiller yetiştireceğiz.” söylemleri her parti toplantısı, miting ve kongrelerinde tabanlarını coşturan sözleriydi. Seçkin hatipleri ise Tayyip Erdoğan, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Hasan Mezarcı (ki bu zat şu an kendisini Mesih ilan etmiş durumdadır!), Şevket Kazan vs idi.

Doğu ve Güneydoğu illerinde dağıtılan parti afiş ve bayrakları bile PKK renkleriyle bastırılıp dağıtılırdı. Takiyye ve kitabına uydurma her alanda kol geziyor, o uygulamalar nifak ve ikiyüzlülük olarak görülmediği gibi düşmanın silahıyla silahlanmak ve ‘cihatta hile yapmak sevaptır’ anlayışıyla dini kisveye büründürülüyordu. 

Parti toplantılarına katılmak cihat, oy kazanmak için çalışmak en büyük ibadet, küffar(!) ordusu ile mücadele etmek (güya) Allah’ın onlara yüklemiş olduğu en temel vazife idi. Gece gündüz durmadan bu aşk ve şevk ile çalışmalı idiler. Dava, Allah davası(!) idi.

 (Haşa Allah’ın böyle bir şeye ihtiyacı mı vardı? Ama o dönemde onların sorgulanmasını gerektirecek dingin bir atmosfer yoktu bile...)

 

Bir de faiz ve rantiyeci zihniyetle üretmeden kazanan sermayenin açıklarını çok mükemmel bir şekilde hesaplarla anlatarak halkı ikna eden Necmettin Erbakan, oy oranını hızlıca yükseltmeye başlamıştı. Antidemokratik seçim yasasından ve %10 seçim barajıyla Meclis dışında kalarak oylarının heba olduğundan en çok şikayet eden Necmettin Erbakan, artık %10 barajını bile az görüyordu. Seçimlere birlikte girerek mecliste temsil edilmek isteyen, tabanları birbirine yakın partilere (BBP, YDP, MP gibi) bile, köşe yazarları ısrarla çağrı yapmasına rağmen, burun kıvırıyor ve onları ikinci lig takımı olarak hakir görüyordu.

 

İşte böyle bir atmosferde 1995 yılında yapılan genel seçimlerde, RP partisi %21 oyla birinci gelmişti. Artık iktidar olduk diye iyice azıtmış ve daha radikal söylemlerle halkın karşısına çıkıyorlardı.

Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ve Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız örneklerini daha önce vermiştim hatırlarsanız…

 

Ardından iktidarda olmasına rağmen RP’ye kapatma davası açılacaktı. Pek çok ileri gelen RP’li yetkili ve sözcüler hakkında tutuklama kararları çıkarılmıştı. Şimdi adalet aramak için veya ülkedeki adalete güvenmediği için Avrupa’ya kaçmak zorunda kalanlara “Avrupa’ya kaçıyor ve ülkemizi Batıya şikayet ediyor!” diye dert yanan Ak Partililer de, aslında o zamanlarda aynı tezgahtan geçmişti. Hey hat ki, bu antidemokratik uygulamalardan canı yananlar iktidar olduklarında durumu düzeltmek yerine, bu defa kendileri aynı yöntemi kendileri gibi düşünmeyenlere uygulamakta idi.

Yani stadyum aynı, tribünler aynı, seyirciler aynı, sadece formalar ve roller değişmişti. Her devrin çığırtkan ve gaz veren amigoları eşliğinde sloganlar farklı atılıyordu sadece. Artık o devrin ‘Siyah Türk’leri bembeyaz olmuş, ellerinde fırça ile başka birilerini siyaha boyuyordu!..

Ordu aktif olarak duruma müdahil olmak istemişti ama aradığı zemini tam olarak bulamamıştı! Siyasi ayaklar bularak işi çözmek istiyor ve ince ayarlar üzerinde çalışıyordu. Hasan Sağındık’ın “Adamlar” şarkısı o dönemin kokan ayaklarını fevkalade yürekli ve samimi bir dille açığa çıkarıyordu.

Artık aylık Milli Güvenlik Kurulu toplantıları çok mühimdi. İktidar orada iyice sıkıştırılıyordu. On sekiz Maddelik Hükümete tavsiye kararlarının çıkarıldığı 9 saatlik Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’ndan, Batı Çalışma Kurulu’ndan, Genel Kurmay Brifingleri’nden daha önce bahsetmiştim.

 

Velhasıl iktidarda bulunan ve son derece uyumlu bir şekilde yürütme görevini gerçekleştiren “RefahYol” hükümetinin koalisyon protokolü gereği Başbakanlık değişimi yapması gerekiyordu. Sıra Tansu Çiller’e gelmişti!.. Türk siyasi hayatında “Baba” lakaplı bir karakter olarak da yer edinen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel görevi kızı Tansu Hanım’a vermemiş, “Uçak havada yakıt ikmali yaparken yere çakıldı!” diyerek Meclis’in iradesine ipotek koymuştu.

 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın açtığı ve AYM Başkanlığını Yekta Güngör Özden’in yaptığı yaklaşık sekiz ay süren dava sonucunda Anayasa Mahkemesi RP’nin kapatılmasına ve yöneticilerinin 5 yıl siyasi yasaklı olmasına karar vermişti. O kararı da, tanıdık bir isim kamuoyuna açıklamıştı ki o, daha sonraki AYM Mahkeme Başkanı ve TC’nin 10. Cumhurbaşkanı seçilecek olan Ahmet Necdet Sezer idi.

 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Enes Coşgun
Enes Coşgun 2 yıl önce
Bu tarihi seriler harika gidiyor hocam. Okul yoğunluğumdan dolayı biraz geriden takip etsem de büyük bir heyecanla okuyorum hepsini. "Vay vay vay" demekten kendimi alamıyorum açıkçası. Bakalım sonrasında neler olacak..
Hayati Yaman
Hayati Yaman 2 yıl önce
Gençlerle buradan da birlikte olacağız, onlarla iletişim ve etkileşim kuracağız diye söz verdiğim gibi devam ediyorum Enescim. İlgi ve alakana ben teşekkür ederim. Arşiv niteliğinde elinizin altında olsun.