Sesle Kırılan Putlar Düşer mi?

10-08-2022

Bundan yaklaşık 4000 yıl önce; bir yakasında Fırat, diğer yakasında Dicle’nin lirik bir şiir gibi çağlayıp aktığı “Ur” kentinin kundağına doğmuşum. Sizlere henüz Urfa’nın esâmesinin okunmadığı yıllardan bahsediyorum.

Babiller, Asurlar, Akadlar gibi kadim kültürlerin birbiriyle kucaklaştığı bu coğrafya, pek çok bilimin ve icadın anavatanıydı. Alışverişte, para niyetine arpa tanesinin kullanıldığını anımsıyorum. Sümerler, ağızdan çıkan sözlere ölümsüzlük bahşedebilmek için onları bir el büyüklüğündeki tabletlere ucu sivri gereçlerle yazarlardı. Kral Hammurabi’nin çıkardığı yasalar, bundan binlerce yıl sonra bile- temel hak ve özgürlükler adına -insanlığa kılavuzluk edecekti. “Işık doğudan yükselir”  cümlesi âdeta bu iklimle ete kemiğe bürünmüştür, diyebilirim.

Tabiat kuvvetleri, halkın nazarında ilahi bir kimlik taşırdı. Örneğin: Ay tanrısına Sin, hava tanrısına Enlil, yeryüzü tanrıçasına Ki, güneş tanrısına Nur Adud demişlerdi. Gök tanrısı Anu ve gökteki yıldızlar sayısınca daha nice tanrı; ellerinde bir bıçak, insanların kalplerini bin parçaya bölmüşlerdi sanki. Her bir parça kutsanıp ait olduğu ilaha adanırdı. Ha! Bu arada toplum, ecel zili kendilerine çalınıncaya dek ölümsüz olduklarına şahit olduğum Nabukednezar, Nemrut… gibi tanrı-kralların nefeslerini her an ensesinde hissederdi.

Zigguratlar, bu politeist toplumun tapınaklarıydı.  Tanrılar, bu evlerde yaşarlardı. Onca insanın bitmek tükenmek bilmeyen taleplerine koşuşturmak, tanrı bile olsanız sizi örseler. Ve onlar, günün yorgunluğunu bu lahuti mekânların dinginliğinde atarlardı.

Zigguratlar,  hasat mevsiminin ilk ve en seçkin ürünleriyle bir dolup bir boşanırdı. Öyle ya! Tanrılar, zinde kalabilmek için dengeli beslenmeliydiler. İnsan yığınları, karınları doyan tanrılara sakat ve hasta yakınları için çokça dua edip, ihtiyaç listelerindeki maddelerin bir tekini bile sektirmeden arz ederlerdi. Pek tabi ki, bir mabet bekçisiz düşünülemez. Rahipler: Bu yapıların kuş uçurtmayan muhafızlarıydı.

Tanrıların katında kayda değer yer edinmenin yollarından biri, kurban merasimiydi. Zira tanrılar kana susamışlardı. Susuzlukları öyle kolay dinmeyecekti.  Bu ritüel,   bazen sunaklarda hayvanları yakmak bazen de onların kanını akıtmak şeklinde gerçekleşirdi. Kurban hayvanı en sağlıklı, en besili cinsinden olmalıydı.  Marazlı olanı sunmak, hem ilahların şanına indirilen bir darbe hem de öfkelenmeleri için yeterli bir sebepti. Çok sık yaşanmamakla birlikte sunaklar, insan kanının oluk oluk akıtıldığı mezbahalara dönüşebiliyordu.

 Böyle kaotik bir ortama doğan ben, küçük yaşlardan itibaren “ Bir tanrıya inanmanın primitif zihnin bir icadı mı yoksa insan türünün varoluşsal bir ihtiyacı mı?” olduğuna az kafa yormadım. Muhakeme gücüm ve dini duyarlılığım oyumu her zaman ihtiyaçtan yana kullanmama neden oluyordu.

Ailem, sosyoloji ilminin “Çekirdek” diye betimlediği bir yapıdaydı.  Annem Ûşa, babam Âzer’e karşı oldukça ilgili bir eş; bana, kardeşlerim Nahor ve Haran’a karşı da şefkatte sınır tanımayan bir kadındı.

 Babama gelince, ona “Tareh” diye hitap edenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu.  Tareh, Fırat vadisinin yeşile boyandığı günlerde önüne kattığı koyun sürülerine çobanlık yapardı.  Bu işten elde ettiği kazanç, dişinin kovuğuna bile yetmezdi. Akıllı adamdı. Getirisi yüksek, damarı tükenmeyen bir maden arayışındaydı. Aslında bu cevhere Kaf Dağı kadar uzak değil, bilakis parmaklarının ucu kadar yakındı. Keşif süresi uzun sürmedi. Çünkü yaşadığı toplumun yerleşik inançları ve gelenekleri bu rezervin bir an önce çıkarılmasını emrediyordu. Evet, o; ağaçlara, taşlara istediği şekli vermekte mahir bir heykeltıraştı. Evimizin arkası ilah yaratma atölyesine dönüşmüştü. Mengeneler, keskiler, çekiçler, törpüler…  Paranın miktarına göre onların elleri, bal rengi gözleri, ince ayak bilekleri ve hatta kudreti yontuluyordu. İlahların vücut ve bekâsı babam Tareh’in, kardeşlerim Nahor ve Haran’ın el becerilerine mahkûmdu. Ah!  Yonttuklarının içine bir de ruh zerk edebilselerdi.

 Aslında toplumum, hakikatin değerini-politeist inançlarının- ruh köklerinin çok eskilere dayanmasına ya da takipçi sayısının fazlalığına göre belirlemişti. Oysa hakikat, değerini doğru bir kaynaktan beslenip beslenmemesine ya da hakka sırtını yaslayıp yaslamamasına göre alırdı.

 Ben, böyle bir tabloda neden yer almamıştım? Yerleşik inançların ve egemen yapının koltuğunun altına sığınmak varken, ben niye ayak diremiştim? Orada bir figür olmak daha konforlu değil miydi?  Yalnızlığa mahkûm edilebileceğim hiç mi aklıma gelmemişti?

  Astronomi ve metafizik konularında yetkindim. Bu yetkinlik, beni hem bir görünüp bir kaybolan gök cisimlerine hem de yontucular elinde vücut bulan tanrılara karşı mesafeli durmaya sevk ediyordu.  Dışarıdan gelen birçok sesin kirli gürültüsüne kulaklarımı tıkamıştım. Çünkü kafamın içindeki tek ses, beni bir vakum gibi otoritesine doğru çekiyordu. Yoksa ayırdında olmadan cin tasallutuna mı maruz kalmıştım? Hayır, hayır! Zihnimin içinde spirtüalist bir yolculuk yapıyordum.  

 Ses, beni elçi olarak seçmişti. Beni sürekli ikaz ediyordu: Yontuculuk, iflası mümkün olmayan kârlı bir iş sahasıydı. Onlara prim verenler, kocaman bir yalanının değirmenine su taşıyorlardı. Önünde secdeye kapandıkları nesneler ile çocuklarını oyalayan oyuncaklar arasında hiçbir fark yoktu. Ses, putların kullarını kendisinden çaldığını düşünüyordu. Dolayısıyla onları hakir görüp onlardan nefret etmekte haklıydı.

 Ses, beni inşa ediyordu: O,tek başına muktedirdi. Onun yanına ya da yerine başka bir ilah düşünmek gafletti. Kendisi hem yaratıyor hem de doğru yola kılavuzluyordu. Oysa İlahlar ve suretleri, bırakın bunlardan herhangi birini yapabilmeyi, kendilerini bile savunamıyorlardı. Heykeltıraşın yonttuğu ince ayak bilekleri ne denli sahici duruyordu. Ancak tek bir adım bile atmaktan acizdi. Ya! Bal rengi gözleri, delici değil miydi? Ama önünü bile göremeyecek kadar çaresizdi. Ahmak yığınlar, ilahları Zigguratlar ‘da arayadursunlar! Ben, onlara ne bir mabede girerken ne de bir mabetten çıkarken rastlamıştım. Oysa yeryüzüne de gökyüzüne de sığmayan ses, benim küçük yüreğime sığmıştı. Yüreğimi taşıyabildiğim her yere Onu da taşıyabilirdim. Kafamdaki ses, kullarını nura davet ettiğini söylerken putlar, bu azgın kalabalıkları nâra davet ediyordu. Ben, bir ücret ödemeden kafamdaki sese tutunup ölümsüzlüğü satın alabilirdim. Oysa putlara tutunanlar, dünyaları onların ayaklarının altına serip ancak ölen kalplerini defnetmek için bir çukur satın alabilirlerdi. Ses, kullarını bir gün hesaba çekeceğini mıh gibi beynime çakmıştı. Ancak babam ve kardeşlerim, bugün bana, tanrıların da hesaba çekilebileceklerini gösterip mıhı çakıldığı yerden kanırtarak çıkardılar.  Bu ses; İsa’da cemal sıfatının, Vaftizci Yahya’da celal sıfatının tecelli ettiği Tanrı’nın sesiydi.

  Elimdeki kesici aletle, yerel inançların altın yumurtlayan tavuğuna kastetmiştim. Bu senaryodan payıma, üzerime alevden bir kostüm geçirip inançzedelerin sahnesinde kıstırılmak düşecekti. Onlardan gelebilecek darbelere karşı kendimi savunabilecek miydim? Yoksa yaptığım, cahillerin köşebaşlarını tuttuğu bu şehirde, koca gövdemle bir karınca yuvasına sığınmak mıydı? Cehaletin sesinin yükseldiği hiçbir sığınağın güvenli olmadığını bilmiyor muydum? Kafamdaki ses, beni daha önce zihinsel bir yolculuğa çıkarmıştı. Bu kez ayaklarımı kullanıp yaşadığım şehri terk etmemi istiyordu. Hâl böyle iken hayvanlarımı ve en sevdiklerimi alıp Ur’dan Kenan’a yürüdüm. Bu yürüyüş, kendi ayaklarımla değil yüreğimin ayaklarıyla gerçekleşmişti sanki. Oraya ulaştığımda yürüyen bir yürek kesilmiştim.

  Bir rüyanın en can alıcı sahnesindeydim. Çünkü kafamdaki ses, oğlumu kurban etmemi istiyordu. Vücuduma yürüyen terin ıslaklığını tüm zerrelerimde hissettim. Titriyordum. Yoksa sıtmaya mı tutulmuştum? Sunaklarda hayvan yakarak kurban ritüelini yerine getirmişliğim çoktu. Ancak kanımdan kan, etimden et ciğerparemi nasıl boğazlayacaktım? Kim bilir belki de içine doğduğum coğrafya; yaşanmışlıklarıyla, nefesiyle ve kalp atışlarıyla bana en savunmasız anımda uykumda tesir etmişti. Teessürü o denli güçlüydü ki yorumlamayı bir an bile düşünmeden koşulsuz onaylamaya teslim mi olmuştum?

  Odun yüklü eşeğimi, oğlumu ve en keskin bıçağımı yanıma alarak Moriah Dağı’na doğru yola çıktım. Zira ortada yerine getirilmesi gereken bir emir vardı. Yol boyunca beni takip eden oğlum, “Ey babacığım! Bıçağın, ateşin mevcut, ya keseceğin hayvan?” diye sordu. “Üzülme oğlum, Tanrı bize ihtiyacımızı gönderecek.” diyerek onu yanıtladım. Nihayet dağa ulaştık. Ben, getirdiğimiz odunları sunağa yerleştirdim. Oğlumun ellerini bağlayıp onu yüzükoyun sunağa yatırdım. Uzun, dalgalı saçları geriye doğru savruldu. Kuşağımdan bıçağı çıkarıp tam oğlumun boğazına sürecektim ki, kafamdaki ses beni ikaz etti. “İbrahim, oğluna kıyma. Ben senin takvandan ve sadakatinden emin oldum. Sana gönderdiğim şu koçun kanını akıt!” Başı çalılara dolanmış o koçu elimdeki bıçakla boğazladım.

  Evet, ben kendisine Abum Rabum, Abraham, Avram…diye de seslenilen İbrahim. Hanifliği ve tevhidi insanlığa miras bırakan üç semavi dinin atası… Büyük bir heyecanla putları kırdığımı hatırlarsınız. Ancak halkım, benden sonra koç heykelleri yontmakta hiç de geç kalmadı. Musa’nın kavmi, elçileri Tur Dağı’na gidince Samiri’nin altın buzağısının önünde kendilerinden geçip raks ettiler. Tarihi süreç içerisinde insanlar kimi zaman bir insanı putlaştırdı kimi zaman da bir makamı put gibi oyup tüm ruhuyla ona tapındı. Som altından eşyalar, son model arabalar… modern dünyanın teknolojiden oyulmuş putlarıydı. İnsan, ister ağaçtan ister taştan ister titanyumdan olsun; kendine her dönem bir put yaratabildi.  Belki de benim savaştığım putlar değildi. Putlaştırma güdüsüydü. Benim içimdeki sesten onlarda da vardı ama onlar o sesi madden yaratıp tapınma isteğine boyun eğdiler.                                                        

  Ses, hiç susmadı, Put hiç yıkılmadı.  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?