Ayda Hıyar Yetişir Mi?

Ayda Hıyar Yetişir Mi?
25-01-2024

2016’DA YAZDIĞIM BU HİKAYEYE MÜNHASIRAN BİZİM HIYAR TARLASINI KONTROLE GİDEN ASTROTUMUZU YÜREKTEN KUTLUYORUM. BÜYÜK KEŞİF VE BULUŞLAR ÖNCE BÖYLE BİR HAYALLERLE BAŞLAR VE VAKTİ GELİNCE DE GERÇEKLEŞİR.

   

Bizim Fehmi çok akıllı ve ilginç bir adamdır. Kendisiyle İstanbul Kitap Fuarında tanışmıştık. O günden sonra artık samimiyetimiz o kadar artı ki, çağın teknik imkânlarıyla her an görüşebiliyoruz. Her görüşmemizde devamlı yeni ve çağa aykırı fikirlerle gelip, hiç umulmadık yorumlar yapardı. Bazen o fikirler arasında öyle ince düşünceler var ki, Albert Einstein bile duysa; “Yahu! Bunu ben niye akıl edemedim” diye en az son nefesine kadar hayıflanırdı. (Neyse ki duymamış... Eğer duysaydı bir de o başımıza dert olurdu.)

Termometrelerin 23 dereceyi gösterdiği bir anda hava basıncından dolayı şıpır şıpır terlerken; kendimi bir kestane ağacının gölgesine attım. Kâğıt mendille alnımdaki ter tomurcuklarını sildikten sonra; göz kapaklarıma değirmen taşı bağlanmış gibi ağır ağır aşağıya doğru kaymaktaydı. Sağ elimi kalbimin üzerine koydum. “Allah Allah!” dedim “acaba kalbim de yavaş mı atıyor” diye düşündüm. Nefes almam bile yavaşlamıştı. Başım da omuzlarıma doğru kayarak boynumu bükmekteydi.

 

Bir ara gözlerimin kapakları kapanmıştı. Tekerlekli sandalyemi yanına park ettiğim kestane ağacının köküne doğru bir şırıltı sesiyle göz kapaklarımı zor bela açtım. Bir de ne göreyim; çok kısa giyinmiş genç ve güzel fiziği olan bir bayanın minicik köpeği; kestane ağacının köküne adres belirten cişini yapıyordu. Tam köpeğe küfürle karışık bağıracaktım ki, o güzel kadın, bana bakarak gülümsedi. Badem çağalası gibi gözleri gülünce; kalbimde ve yüzümde biriken öfke buzları birden eridi. Kadın, bana pembe dudaklarını aralayıp, inci gibi dişlerini göstererek:

“Ne güzel bir gün değil mi?”

“Evet! Lakin, hava basıncı biraz fazla... Onun için zor nefes alıyorum!”

“Kalbinizde bir sorun mu var?”

“Hayır! Kalbim iyi ve temiz. Adeta sevgi doludur.”

“Biraz yürüyüş yapsanız sanırım iyi gelir.”

“İşte o yürüyüşü yapamıyorum.”

“Neden?”

“Çünkü tekerlekli sandalye bağımlısıyım da...”

“Aaa! Kusura bakmayınız. Fark edemedim.”

Daha sonra kestane ağacının kökünü sulayarak parlatan o minicik itinin yularını çekti ve Allahaısmarladık demeden parkın havuzuna doğru uzaklaştı. O küçücük it kuyruğunu sallaya sallaya giderek kadının sütun gibi bacaklarına yaklaştı. “Ulan it! Çok şanslısın” derken telefonum acı acı çaldı. O güzel kadını takip etmeyi bıraktım ve akıllı telefonumu açtım.

“Ali abi! Neredesin yahu!”

“Hayrola Fehmi! Ne oldu?”

“Çok ilginç bir fikrim var!”

“Fehmiciğim, senin bütün fikirlerin hep ilginçtir.”

“Çok teşekkür ederim abi. Takdirlerine layık olmaya çalışacağım.”

“Nedir o cazip fikrin!”

“Hatta, ben, bazı girişimlerde de bulundum.”

“Ne gibi girişimlerde bulundu?”

“Amerika Birleşik Devletleri’ndeki arkadaşım Georg’a telefon ettim.”

“O da kim?”

“Bundan beş sene önce İstanbul’u gezmeye gelmişti. Fındıklı’da sahilde bankta oturuken ona “Hello!” deyip tanışmıştık. Çay içerken simit yiyip İngilizce ve Türkçenin başına vura vura yarım saat sohbet edip arkadaş olduk. Damadı Nasa’da çalışıyormuş. Damadından rica edip, bize aydan kırk dönüm tarla ayırmasını istedim.”

“Neee! Ne tarlası? Nerede bu tarla!”

“Kuyruğuna basılmış it gibi ne bağırıyorsun Ali abi!”

“Yahu, senin ağzından çıkan naneler ne?”

“Aydan tarla istedim.”

“Ne yapacaksın aydaki tarlayı?”

“Ne yapacağımı sen bilmiyor musun?”

“Nereden bileyim.”

“Ayda tarlamız olacak.”

“Yahu dünyada el kadar tarlamız yok! Sen tutmuşsun aydan kırk dönüm tarla istiyorsun.”

“Kafası ne kalın bir adamsın yahu! Bırak dünyada mezar kadar yerimiz olmazsa olmasın; ayda en az kırk dönüm yer bize yeter.”

“Kısadan kes o zaman Aydın havası olsun! Çıkar şu ağzındaki baklayı artık!”

“Biliyorsun ay kalabalık değil. El ele verdik mi o kırk dönüm tarlada genleri ile oynanmamış sebze yetiştiririz.”

“Ayda sebze mi yetiştireceksin?”

“Evet! Hah! Şöyle yola gel!”

“Hangi sebzeyi yetiştireceksin?”

“Vallahi o konuda bir karar veremedim. Soğan sarımsak eksek, kokuyor diye çevreciler tarlamızı talan edebilirler. Domates biber patlıcan biraz zor: Çünkü hava durumunu tam bilemiyorum. En iyisi mi...”

“Eee! En iyisi kabak mı?”

“Bak bu kabak işi iyi ama bal kabağı mı, sakız kabağı mı, su kabağı mı? Hangisinin ticareti daha çok para getirir?”

“Su kabağı yetiştirelim o zaman. İçini oyarız ve kabak kemane yapıp satarız. Hem de müzik alanında bir çalgımızı dünyaya tanıtıp kültürümüzü geliştiririz. Kemane olmayan kabakları da halka satarız. Onlarda kazandan su alıp cenazelerini yıkarlar. Hani yaşlılar ‘Bizi, bundan sonra kabak suyu temizler’ diyorlar ya, o, atasözümüzü ispatlamış oluruz.” Der demez Fehmi’nin kafasının tası attı.

“Sana abi dedik! Hâlâ benimle dalga geçiyorsun. Aslında senin gibi hıyara soranda kabahat... Ne dedim ben yahu?”

“Utanmadan bana ‘hıyar’ dedin!”

“Kusura bakma Ali abi! Bırakalım domates, patlıcan, kabak yetiştirmeyi de en iyisi biz hıyar yetiştirelim... Ne dersin bu işe?”

“Yahu hıyar için ta aya gitmeye ne gerek! Her yerde istemediğin kadar hıyar var zaten!”

“Kusura bakma abi; telefonumun aküsü bitiyor. Her an kesilebilir. Sen bu hıyar konusunu Avrupa Birliği müktesabına uygun mu değil mi araştırıver bir. Haydi gözlerinden öptüm!” der demez “Çaaat!” diye kapattı ve görüşmemiz kesildi.

Göz kapaklarım kapanmadan önce havuza doğru bir kez daha baktım; görüş alanımda ne o güzel bayan, ne de kıvrık kuyruklu minicik iti vardı. Biraz canım sıkıldı ama uyku gözümü kapatıyordu. Hıyar çeşitlerini düşündüm. Gözümün önünden Hollanda hıyarı kol gibi uzunluğu ile geçti. Çengelköy hıyarı, badem hıyarı turşu hıyarı derken bayağı aydaki Fehmi’nin tarlaya yumuşak bir iniş yaptım. Haklıymış bizim akıllı Fehmi... Amerika Birleşik Devletleri’ndeki arkadaşı sayesinde ayın en verimli ve güzel tarlasını almış. Pardon almamış. Kolay mı Amerika Birleşik Devletleri’nin işgal ettiği bir yeri almak... Sadece beş yıllığına kiralamış. Allah izin verirse çok çalışıp en güzel Hollanda hıyarını yetiştirip Avrupa Birliği’ne satacağız. Ticaretimiz iyi giderse hisse senetleri alıp, borsaya jet hızıyla gireceğiz. Havadan milyarları kazanıp, paramıza para katacağız. İstanbul Boğazı’na bakan Sultanahmet’ten on dönüm yer alacağız. Oraya da ‘Burç Türk’ diye dokuz yüz doksan dokuz katlı bir gökdelen dikeceğiz. Dünyanın en yüksek binası olacak.

Tarlanın alt tarafından Fehmi bana doğru el kol hareketi yaparak “Buraya gelsene!” diye bağırıyordu. Tekerlekli sandalyemin elektrik düğmesine basarak çalıştırdım. Ona doğru hızlanarak gittim. Neyse köşedeki büyük bir kayanın gölgesine tekerlekli sandalyelerimizi park ettikten sonra;

“Hele beni dinle Ali abi. Yavaş konuş ama.”

“Hayrola ne oldu?”

“Bizim burada hıyar yetiştirdiğimizi kaynanam duymasın ha! Sırf bana gıcıklık olsun diye gelir, emek emek diktiğimiz hıyarları çiğneyip, telef eder. Çok kıskanç birisidir ha! Sonra demedi deme! Tamam mı?”

“Tehlikeli desene o zaman!”

“Vallahi, senin anlayacağın Avrupalıların ürettiği zehirli sinir gazından bile daha tehlikelidir benim kaynana...”

“O zaman Amerikan güvenlik şirketine müracaat edip, özel güvenlik mi istesek acaba?”

“De git işine be Ali abi! Sen benimle kafa mı buluyorsun yahu! Üç aydır tarla kirasının ilk taksitini ödeyemedik. Bereket ki, uzay mekiği yapan firma işçileri grev yapmış da yetkililer aya gelecek dolmuş bulamamışlar. Yoksa Amerikalılar ciğerimizi sökecekler.”

“Ne yapacağız o zaman?”

“Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz.”

“O nasıl olacak?”

“Baston ve koltuk değneklerimizi kullanacağız. Koltuk değneğimizi sırtımıza tüfek gibi asacağız. Bastonu da kılıç gibi elde tutacağız. Bereket ki ay dünya kadar parlak değil. Kaynanam bu alaca karanlıkta onları esas tüfek ve kılıç sanacak. Nasıl amma fikrim!”

“Tek kelime ile harika! Haydi hayırlısı bakalım.”

“Oooo! Nereye gidiyorsun Fehmi?”

“Çok sıkıştım. Tarlanın alt başında kuytu bir yer var, hemencecik orada işimi görüp geleyim. Sen bir yere gitme burada bekle!”

“Yahu Fehmi! Nereye gideceğim? Zzaten ay üzerinde bir sen, bir de ben, sadece ikimiz varız. Gerçi her köşede Amerikan casusları da dolaşıp gizleniyorlar... Burada büyük alışveriş merkezleri var da oraya mı gideceğim.”

Fehmi ardına bakmadan tekerlerini çevirerek kırk dönümlük hıyar tarlasının alt başına doğru gitti. Artık hıyarlardan görünmüyordu. Ortalıkta in cin cirit oynuyordu. Bazen sessizlikte insana büyük korku veriyordu. En küçük bir böcek, bir fare, bir kuş bile büyük ses veya gürültü çıkarıp insana korku veriyordu. Uykum iyiden iyiye kaçmıştı. Kafamı yer köpekleri gibi bir o yana bir bu yana çevirip; acaba, o ses, ne taraftan geldi diye tedirgin bir şekilde bakıyordum.

Aaa! Tarlanın tam ortasından hıyarların arasında bana doğru bir şey geliyordu. Acaba iri bir köpek mi, ya da yaban domuzu mu diye düşünmeye başladım. Bir yandan da halka halka korku ve vesvese boynumdan geçip göğsüm üstüne çökmekteydi... sanki bir köstebeğin, bir ordan bir buradan çıkması gibi hıyar tarlasının içinde dolanıp, güzelim hıyarlarımızı çatur çutur ezip ziyan etmekteydi. Bağırmak istiyordum ama korkudan sesim de çıkmıyordu. Sağıma soluma baktım; baston ve koltuk değneklerim tarlanın öbür başındaydı. Yerimden hareket etsem, belki beni fark edip üstüme gelebilirdi. “Ulan Fehmi! Ne tuvaleti bu yahu! İnsan kabız olsa bile şimdiye kadar on kere tuvaletten çıkardı...” dedim.

Dedim demesine ama Fehmi adında birisi ufukta görünmüyordu. Mısır tarlasına dadanmış kara bir yaban domuzu gibi hıyarlarımızı telef eden o varlık, zikzaklar çizerek, bazen de dalga dalga daireler yaparak bana doğru yaklaşıyordu. Kırk dönümlük hıyar tarlasının en az on dönümü çoktan yerle bir olmuştu. Eğer geri kalan otuz dönümü bu canavardan kurtarırsak; en azından borcumuzun taksitini ödemeye yeterli olur diye düşünürken; Fehmi, geliyor mu diye o tarafa baktım. Ne yazar... Yahu Fehmi, kalk artık yaptığın şeyin üzerinden! İnsan yaptığı şeyin üstüne bu kadar oturmaz ki kalk da yaptığın soğusun biraz! Eğer birkaç dakika içinde gelmezsen elimizde tuzlayıp yiyeceğimiz hıyar bile kalmayacak diye serzenişte bulundum. Halbuki biz sadece hıyar satmayacaktık: Kara Deniz’i süt denizi haline getirip yoğurt mayalayacaktık. Daha sonra da elde kalan hıyarları kıyıp sarımsaklı cacık yapıp, yaz günü satacaktık...

Korkudan titremeye başladım. O acayip mahluk daireler çizerek bana doğru yaklaşıyordu. Tekerlekli sandalyemi hareket ettirmek istedim ama bir türlü gitmiyordu. Kol kuvvetine güvenerek tekerleri çevirmek istedim ama bir türlü tekerler yerinden kıpırdamıyordu. Şimdi hapı yuttuk derken başımın üzerinden kıtalar arası Amerikan füzeleri gibi bir şeyler geçiyordu. Korkudan başımı eğip “Ben yapmadım” diye fısıldıyordum ama işin doğrusu kokusundan anladım. Altıma yapmıştım. Sıcaklığından anladım. Yavaş yavaş kokusu da burnumu sızlatmaya başladı. Hıyar tarlamızın yaklaşık otuz beş dönümü talan olmuştu. Bundan sonra bu hıyarlar bir derdimize çare olmaz diye düşünürken; yanıma soluk soluğa Fehmi geldi.

“Haydi Ali abi, buradan uzaklaşalım!”

“Neden?” dedim.

“Haberin yok mu? Kaynanam bizim aydaki hıyar tarlasını duymuş ve buraya dış güçlerin yardımıyla gelerek hıyarlarımız talan ediyor!” der demez;

“Yahu hıyar tarlasına zarar veren senin kaynanan mı?” diye sordum. Fehmi gözlerini çakmak çakmak ateşleyip;

“Bırak hıyarları! Haydi kaçalım buradan. Yoksa kaynanam gelirse halimiz tamam!”

“Fehmi, ayda bile hıyarları yetiştirdik ama hıyarlarımıza sahip çıkamadık” der demez o kara cisim gibi şey üstümüze doğru Alman panzeri gibi hızla geliyordu. Tam benim üzerime çıkacaktı ki, sesime kuvvet verip “Kurtarın beni!” diye bağırdım.

Uyumakta olduğum tekerlekli sandalyem üzerinden az kalsın düşüyordum. İki yaşlı kadının fazla yemekten hantallaşmış köpekleri, ayakkabımın üstüne çiş yapıyorlardı. Ben bağırınca o yaşlı kadınlar “Deli galiba!” diyerek bana baktılar. Köpeklerinin yularlarını çekerek yanımdan uzaklaşmak istediler. Üç yirmi beşi çoktan geçmiş olan estetik ameliyatı yapan doktorların deneme tahtası gibi görüneni yanıma gelerek;

“Köpeğimi böyle bağırarak korkutmaya hakkınız yok. Sizi hayvanları koruma derneğine şikâyet edeceğim!” diye bağırıp gitti.

Ne kabustu gördüğüm bu düş... ayda hıyar yetiştirmiştik ama az kalsın koca karıların hantal köpekleri ayakkabılarımı yüzme havuzu gibi ılık sidikleriyle dolduracaktı. Fehmi’nin aydaki hıyar tarlası ve ezeli düşmanı kaynanası birden gözümün önünden uçtu gitti: Ya bu şişman köpekli koca karı, beni hayvan severler derneğine şikâyet ederse; ne olurdu benim halim? Kadının zaten suratında meymenet de yok. Aydaki kırk dönümlük hıyar tarlası gitti, hıyarlar yerle bir oldu ona mı yanarsın, ya da bu suratsız kadın şikâyet ederse; hayvanseverler derneğinin protestolarına mı? Çık işin içinden çıkabilirsen. Ulan Fehmi! Başıma ne işler açtın?

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?