Bir Dosta Mısralar

Bir Dosta Mısralar
17-06-2023


Kâmildir o insan ki yaşar hâtıralarla;
Bir başka kerem beklemez artık gelecekten;
Her an doludur gözleri cânan ve baharla
Kâm aldı bilir kendini, ömründe, felekten.

Bir kerre sevip vuslata erdiyse cihanda,
Ömrün iyi rü’yâsına dalsın, uyusun rûh.
Bin zevk aramak kaydına düşmekle zamanda,
Her gün yorulup, nafile bin yıl yaşamış Nûh.

Yahya Kemal Beyatlı

Güzel sanat dallarının ve bilimin hareket noktası ve merkezi insan olmalıdır. Hareket noktası veya gayesi, hedefi insan olmayan sanat dalları ya olmamıştır, olmuşsa bile büyük bir insan topluluğu tarafından kabul görmemiştir.

Mimarlık; adeta insanın dış örtüsü, onun korunması için, yaşamasını devam ettirebilmesi için, bin yıllar süresince geliştirilmiş; geliştikçe güzelleşen bir güzel sanat dalıdır. Diğer güzel sanat dallarıda bu mimarlık sanatının bir tamamlayıcısı olup, onun etki alanında gelişmelerini sağlamışlardır. Resim ve heykel sanatı mimarlığın tamamlayıcı bir unsuru olmuş ve mimarlık geliştikçe; mimarî binalar konularına ve işlevlerine göre sınıflandıkça; (dini yapılar, iş hanları, bürolar, evler, tiyatro, meslic, idari binalar, alışveriş merkezleri ve diğerleri gibi) orada gelişen resim ve heykel sanatı da çeşitlilik arz etmiştir. Bu çeşitlilik insanın bilgi ve anlayış bakımından izlemiş olduğu bir tarihi geçmişi de bildirir ve katettiği yolu da gösterir.

„Bütün bu sanat dallarının gelişmesindeki esas merkez nokta insandır“ demiştik. Yani insanın keşfederek ürettiği bütün bu eserler insanın iyi şeylere layık olduğu ve güzele, güzelliğe mazhar olması gerektiğini gösterir. Bilimin ve güzel sanatların merkez noktası insan; ilmin ve sanatın çeşitli dönemlerinde başka başka yorumlanmıştır. Mesela Eski Mısır’da insan; merkezi firavun olan ve bütün hayatını bu merkeze hizmet etmeye adamış durumdadır. Firavunun tekrar dirildiği zaman, onun rahat bir hayat sürebilmesi için, adeta uyku (ölümden - tekrar dirilişe kadar olan) döneminde cesedinin muhafaza edilmesi için yapılan anıt-mezarların (piramit - ehram) yapımıyla uğraşan ve efendisinin (firavunun) dudağından dökülecek bir kelime yığını ile ya iyi bir mevkiye, ya da Nil’in azgın timsahlarına yem olabilecek, karınca kadar hürriyeti ve değeri olmayan bir canlıdır.

Asya’nın doğusunu etkisi altına almış olan Budizm’e (Budacılığa - Burhancılığa) baktığımız zaman; insan yok olmanın, yokluğun (Nirvana’nın) yolcusudur. Değişik zaman evrelerinde iyi işler veya yaptığı amellere göre dönüşüm (Reenkarnasyon?) arz eden insanın varacağı en son nokta yokluktur. Nirvanaya ulaşmak dönüşüm evrelerini meydana getiren insan için adeta büyük bir ödüldür. Yok olan insan acaba bu ödülü nasıl almaktadır? Bu sorunun cevabını vermek gayet zordur ve insanın bu inanışta bir değeri ve varlığı yoktur.

Bugünkü Batı Medeniyetinde akılcı (rasyonalist) ve gerçekçi (realist) bir düşünce ve görüş hakim olduğu için insan esas mevkiinden indirilmiş adeta natüralist bir düşünce ile diğer canlıların seviyesine getirilmiş; et ve kemikten meydana gelen, doğan, büyüyen, yiyen, içen, uyuyan, üreme eylemini yapan ve sonunda ölen bir at, bir inek, bir aslan, bir ayı, bir balina, bir kelebek durumuna düşürülmüştür. Batı Medeniyetinin gayesi insan içindir: Fakat, bu gaye; insanın; özellikle de sömürgeci ülkeleri olan; gelişmiş batı ülkelerinin insanlarının; daha rahat yaşaması ve devam eden ömürlerinde kendi bedenlerinin ve egolarının (nefislerinin) her türlü ihtiyaçlarını karşılamak için, modanın pazarında iyi bir alıcı olmaları için, kendi rahatlıklarını başkalarının kanlı cesetleri üzerine kurabilmek için; insanlığın ortak malı olan medeniyeti kendi amaçları ve tekellerine almış durumdadırlar.

İncelediğimiz bu üç kültür ve uygarlık çevresinde ölüm nedir? diye bir soru soracak olursak; elbette farklı cevapları almamız gayet normaldir. Eski Mısır’da hayat firavun için yaşanır ve onun için ölünür, tekrar dirilişte de ona hizmeti amaçlar. Buradaki mükâfat ölen insan için fazla bir değişiklik arz etmez ve böyle bir amaç için hayatında bir önemi yoktur. Olgun insan olup, güzeli, güzelliği keşfetmek eğer firavunun görüş ve fikirlerine uymazsa; yeni doğan çocukların barbarca öldürülmesi dahi mümkündür. İlahi din, Hz. Musa’nın bu işe vazifelendirilmesi ile firavuna ve firavunluğa karşı çıkmış ve böyle bir yönetimin, düşüncenin, fikir ve inanışın „gerçek insana“ zûlm olduğunu belirtmiştir.

Hinduizm kast sistemi ve kurban törenleriyle; Budizm tarafından sert görülmüş ve yeni bir düşünce formu ile başka bir inanç grubunu meydana getirmiştir. Çok tanrılı gruptan ayrılanlar Budizm’i meydana getirmiştir. Budizm ise hayat yokluk içindir: Olgunluk, güzellik bu yokluğa varmak içindir. Böyle bir düşünce insanı pasivize (miskin) eder. Sonunda hiçbir şey olamayacak, ödül alamayacak, çirkinliği yapanla farkı bulunmayacak bir mücadeleye girilmesini gerek görmeyen zihniyet için hayat anlamsız ve ölümde yok olmaktır.

İnsanı hayvan derecesine düşüren Batı Medeniyeti, ölümü bir nevi „yok olma“ olarak görüp, buna karşı dini görüşü fizik ötesi diyerek ilmi saymamaktadır. Hayatın gayesi ve hedefi daha rahat yaşamak, her şeyin zevkine varıp, yaşarken egosunun (nefsinin - bencilliğinin) bütün arzularını yerine getirmek, hayatı bir savaş görüp ve sadece kazanıp, yaptıklarının hiç hesabını vermeyi düşünmeyen bir hayat tarzı için artık „biz“ şahıs zamirini kaldırıp, yerine „ben“ tekil şahıs zamirini yerleştirmiş olan bir zihniyettir. Bu uygarlık alanında da „ölüm“ bir kavuşma, yapılan ameller için ödül ve ceza için geçiş evresi olduğu kabul edilmez. Adeta „Ben öldükten sonra; yakın, bir kenara atın, bir dereye sürüyün“ görüşleri göze çarpar.

Ölümün bir yokluk olmadığı, küçük karar (Irade-i Cüzî) ile insanın dünya hayatında yaptıklarının bir cezaya veya ödüle mazhar olacağı geçiş dönemi olarak - adeta ayrılık günü değil, kavuşma günüdür. Bu inanışta en önemli nokta; insanın tarifi ve hayatın gayesiyle iç içedir. İlahi bir aşk ile yanan insan, burada, rasyonel görüşün ürünü olan şu andaki Batı Medeniyetinin hayvanlaşmış insanından ayrılır.

İslamda da insan hayvandır: Fakat, bu hayvan, en şerefli bir yaratık (Eşref-i Mahlûk) ve en güzel bir şekilde yaratılmış (Ahsen-i Takvim) ve aynı zamanda Yaradan’ın yeryüzünde vekili (halifesi) durumundadır ve insan kesinlikle et ve kemikten meydana gelmemiştir. „Et - kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm“ dizelerinden anlayacağımız gibi insanın diğer vücutlarınında bulunduğunu ortaya koyar. Ölüm bir son durak değildir. İnsanın her zerresi ile esas gayesi olan „İlahi aşkın“ bir neticesi olan alemlerin Rabb’ine, Allah’a kavuşmaktır ve buna, Mevlana Celaleddin Rumî gerdek gecesi „Şeb-i Aruz“ demiştir.

Sözün burasında Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirini ele alarak; yorumlayalım. „Bir Dosta Mısralar“ adlı iki kıtalık şiirinde, yine esas merkezde olan insandır. Bu merkezi temsil eden insan, nasıl bir insandır? diye sorulunca sıradan bir insan, karınca kadar değeri olmayan bütün hayatını firavunlara adamış bir insan, yokluğu (Nirvanaya) giden bir insan değil, eşref-i Mahlûk, ahsen-i Takvim, halife yani olgun (kâmil) bir insandır.

Olgunlaşan (kamil) insan yapmış ve yaşamış olduğu hayatın ürünü olan hatıralarıyla yaşar. İnsan, özellikle iyi hatıralarıyla yaşar. Böylesine iyi hatıraları olan insan ve toplumlar, geleceğe bakarken, arkalarında (geçmişlerinde) bırakmış oldukları iyi hatıralarından örnekler alır ve onun verdiği güçle doğru ve sağlam adım atarak, geleceğe (yarınlara) güvenilir adımlarla emin olarak yürüyebilir.

Yine insan üzerinde bir başka olgu söylenmektedir: Bu da, insanın olgun olması yanında, onun „sevmeyi - sevilmeyi“ bilmesi ve bunun şuurunda olmasıdır. „Bahar“ ifadesi ile hayatın en güzel, en güçlü ve en renkli dönemini anlatmak istenmektedir. Baharda diriliş, hayat ve yarınlar vardır. Yumurtadan çıkan yavru, açan çiçek, toprağa düşen tohum, doğan çocuk yaşama mücadelesi içindedir. Onlara bu yaşama sevincini veren „canan“ yani sevgili - sevilendir. „Eğer bir insanın bütün hücreleri sevgi ile dolmazsa; o, insan olgun insan olamaz.

„Ne varlığa sevinirim, Ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile avunurum, Bana Seni gerek Seni...“ diyen Yunus Emre, olgun insanı burada gayet açık olarak tarif etmiştir. Buradaki insan, hayatı bir savaş olarak gören veya her şeye rağmen kendi egosu ile suprematist (yeniden kurma) ve yaratma arzusunda olan insan değildir. Yunus Emre’nin ve Yahya Kemal’in şiirlerindeki insan ayrılık içinde kıvranan, kendisine tayin edilen bir ömrü ilahi kanunları zorlamadan ve her türlü dengeleri koruyarak devam ettiren, sevdiğinin aşkı ile her anı dolu olan olgun (kamil) insandır.

Yaşayan insanın gelişme evrelerini inceledikten sonra „Bir Dosta Mısralar“ şiirinin ikinci kıtasının ilk mısrasına bir göz atalım: Burada olgun insanı tarif eden iki önemli noktaya değinilir: Bunlardan birincisi sevmek ve bu sevmenin neticesinde ise vuslata (kavuşmaya) ermektir. Vuslata ulaşmayı, Batı’da veya Eski Yunan’daki aşkta, daha ziyade ruha hitap eden değil, kabukta cereyan edip, plastik değerleri ihtiva eden bir nevi hayvanî bir yakınlaşma - et ve kemiğin maddi ihtiyacı olarak anlam verirler.

Bu kültür ve medeniyet çevresindeki insan, midesi ve beyni ile doyduğu, sevdiği görülür; gönlü ise adeta unutulmuştur. Kaderi yok sayan veya zorlayan durumlarla dolu „sevgi - birleşme“ olaylarıyla, görüşleri dolu olan Eski Yunan’da insan; adeta belli ölçüleri içeren erkek mi, kadın mı belli olmayan bir heykele dönüşmüştür. İdeal insan tipi ortaya çıkmış ve bu noktada Yaradan’ın muazzam gücünü ve yaratılmanın sırrını ortaya koyan insan şekil ve tiplerini belirleyen kader, yani ilahi program, adeta ortadan kaldırılmış, „ırkçılığa - putlaşmaya“ yön veren bir zihniyet geliştirilmiştir.

„Bir kerre sevip“ diye başlayan mısrada insanı göz önüne getirirseniz, gözünüzün önünde, çevremizde olan herhangi bir insan gelir. Bu insanın esas ayırıcı özelliği „sevmesi“dir. „Vuslata erdiyse“ bölümünü izah etmek istersek; bunun ilk basamağının „sevgi“ olduğunu görürüz. Yüreğinde, her hücresinde „sevgi“ mevhumu olmayan bir insan adeta vuslata (kavuşmaya) nail olamaz denmektedir. Eğer bunu yani vuslatı plastik açıdan düşünürsek; sevgisiz olduğu vakit bir nevi „tecavüz - gasp“ olmaktadır. Yunus Emre ve Mevlana’nın belirttiği açıdan düşünürsek; ilahi bir aşk ile yanan insanın adeta bir gerdek gecesi (şeb-i Aruz) yaşayarak Yaradan’ına kavuşması - O’nunla bir olması (fena fillah) durumudur.

„Bir kerre sevip vuslata erdiyse cihanda“ mısrasının içine girdiğimiz zaman; vuslatın cihanda olması gerektiğini bize bildirir. Islam tasavvufuna bir baktığımızda „ölmeden önce ölmek“ diye bir tabir vardır. İnsanın yaratılış gayesini, dünyaya gönderilişini ifade eden bu görüş, inanış „niçin dünyaya geldik?“ sorusunun da bir nevi cevabı niteliğindedir. İnsan, yüce Allah’ın varlığına inanmayanların görüşlerini de belirttikleri gibi yiyip, içmek, yaşamak, gezmek, birleşmek v.s... için gelmemiştir. Böyle bir geliş insanı diğer canlılardan ayırmaz ve bir nevi onların seviyesine indirir.

Halbuki şerefli, en güzel şekilde ve halife olarak yaratılmış olan insan, başta verdiği sözünde durup - durmayacağı adeta „sınanmak“ için yeryüzüne gönderilmiştir. İşte bu sınamanın ve sevgiliye (yüce Yaradan’a) verilen sözün bilincinde olan insan, ölmeden önce her gün sanki ölmüş gibi kendi kendisini sorguya çeker ve doğumla ayrıldığı sevgilisine kavuşmak için hazırlık yapar. Bu hazırlığın kendi içinde olumlu yönlerinin nur kıvılcımlarını hissettiği, gördüğü zaman kamil insan olmuştur ve aynı zamanda da vuslata erişmiştir.

İşte böyle bir açıdan bakıldığı zaman „ölüm“ yokluk, yokluğun başlangıcı, her şeyin sonu değildir. „İki kapılı bir han“ olarak tasvir edilen bu dünyanın „çıkış“ kapısı veya başka bir aleme „geçiş“ kapısıdır. Bu „geçiş kapısının“ genişliği veya geçiş süresinin boyutu hakkında bir fikir ileri süren şair, bu dönemi vuslata kavuşanlar için „iyi rü’yasına dalmak ve uyumak“ olarak tasvir etmektedir. Buradaki geçiş dönemi olarak nitelenen zaman, insanın mezarda ve Arasat Meydanı’nda toplanacağı ana kadar geçirmiş olduğu zamandır. Bu geçen süreyi, güzel insanlar (vuslata erenler) için iyi bir rüya ile dolu olan ruhun uyuması olarak görmektedir.

Şair, tekrar cihan üzerindeki hayata dönmektedir: „Bin zevk aramak kaydına düşmekle zamanda“ derken, yaşadığı zaman diliminde sadece bedensel, plastik veye nefsanî amaçlara dönük zevk aramakla ömrü geçirip, kendisine „Niçin bu dünyaya geldim? Gelişimdeki ilahi sır nedir? Verdiğim söz ve aldığım vazifeler nelerdir?“ gibi soruları sormayıp, gününü gün etmek isteyen, sadece bu alemi gerçek sanıp, hayatı ölümle sonlayan insanlar için şiirin son mısrasında gerçeği yüzlerine vurmaktadır. Nedir bu gerçek diyecek olursak; „Her gün yorulup“ demekle bir önceki mısradaki „zevk için“ her gün yorulmakta olan insanı tasvir etmektedir.

Bedensel veye nefsani zevkleri için yorulan insan, burada belirtilmekte, bu insan Hz. Nuh (as) gibi bin yıl da yaşasa, boş yere yaşamış olarak görülmektedir. Bin yıl yaşadığı kabul edilen Hz. Nuh (as), Yaradan’ın elçisi olarak değil, en uzun yaşayan insan olarak misal verilmektedir. Çünkü, bizim inancımızda yüce Allah’ın elçileri olan bu güzel insanlar, diğer insanlara örnek seçilmiş insanlardır. Böyle bir ulvî görevle seçilmiş insanların katiyen nafile (boşa) geçmiş hayatları olamaz.

Sonuca gelecek olursak; şiirin merkezinde insan ve onun hayatını görmekteyiz. İnsanın niteliği, burada belirtilmiş ve „seven “bir insan olmasına bağlanmıştır. Olgun insan, ne ile nasıl ve niçin yaşadığı izah edildikten sonra, sevgiliye kavuşmayı hayatının esas ve tek amacı olarak bilmiştir. Hayatı boş zevklerle geçen bir serüven, macera gibi görenlerin, böyle bir hayatı bin yıl dahi sürse; boş ve manasız olarak yer yüzünde bir yer işgal ettikleri ortaya çıkmaktadır. Bugünün insanı, birçok noktadan, dünün insanından daha rahat yaşamakta, isteklerine, istediklerine ulaşabilir, fakat özünü yitirip; Batı Medeniyetinin reel (gerçek) bir hayvanın durumuna düşürüp, aşkı da plastik değerlere indirerek karşılıklı çıkarlara dayandırdığı için mutlu bir görünüşte olsa bile içinden mutlu değildir.

Halbuki insanın dünyada sergilemek istediği hayat ise mutlu ve barış dolu bir hayattır. Bu hayat ise ancak ilahi bir sevgi ile mümkündür. Çünkü, aşkla sevip inanan insan; sevdiğinde hiç kusur görmez ve sevdiğine kavuşmak için emek verir, sayar ve güvenir. İnanılarak emek verilen aşk; kendisine ve sevdiğine saygı duyup ona ram olur, bu da güven ile birlikte iç barışı, huzuru ve mutluluğu getirir.

Hür akıl ve hür vicdanı ile özgür bir şekilde sorgulayıp; kâinat içindeki yerini tespit eder, sonra da bu muazzam ölçü ve güce teslim olur. Kendisine verilen sınırlı güçler ve yeteneklerle alemi kavramaya ve anlamaya çalışır. Keşfettiği her şey onun merak ve hayret duygusunu yükseltir; Yaradan’a olan aşkını geliştirir. Yaratıkları hor görmeyerek; onları yaratılma sırlarına göre sevip, hayranlık duygusu ile hayretini geliştirip hikmeti anlamaya çalışır. Böyle bir aşka sahip olanlar akıl, bilinç nimeti ile teçhiz edilmiş sadece insandır. Böyle bir güzellik ve zenginlikten haberi olmayanlar ise değil bin yıl, binlerce yıl yaşasalar bile bu güzellikleri göremeden geçenler gibidir.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?