12 Eylül 1683 İkinci Viyana Kuşatması mağlubiyetinden sonra Osmanlı Türklerinin bahtı dönmüş ve geri çekilerek büyük toprak kayıplarıyla sonuçlanmıştır.
Bu yenilgiler, bozgunlar, geri çekilme, toprak kayıpları, hıyanetlikler ve kardeş sandıklarımızın düşmanlarımızla iş birliği yapmaları; milletin ruhunda çok derin yaralar açıp; “Nazlı Budin, Serhat Ellerinde, Kırım’dan Gelirim, Sivastopol Önünde Yatar Gemiler, Tuna Nehri Akmam Diyor, Cezayir’e Giden Gemiler, Havada Bulut Yok, Yemen Yemen Şanlı Yemen, Çanakkale Türküsü ve İki Keklik Bir Kayada Ötüyor” gibi daha nice hüzünlü türküleri oluşturmuştur.
Büyük Türk Milletinin yaşadığı diğer Türk İllerinde de durum farklı değildi. Altın Ordu İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra kurulan Kazan, Kırım, Astrahan, Sibir ve Nogay Orda adlarıyla bölünmüştür. Bir zamanlar bağlı bir beylik olan Moskova Knezliği ağır ağır güçlenerek; bir zamanlar bağlı oldukları Altın Ordu ve diğer Türk Beldelerini işgal etti. Osmanlı İmparatorluğu ile Ruslar, tarihte 16 defa savaşmışlar ve sadece beşini biz kazanmışız.
Bir oyunla Birinci Dünya Savaşına katılmak zorunda kalan Osmanlı Türkleri, hem cephede düşmanlarıyla, içeride de hayinler ve azınlıklarla savaşırken kutsal topraklarda Şerif Hüseyin gibiler İngiliz Emperyalistleriyle anlaşarak Laurens’in tertibiyle Müslüman Türk Ordusunu sırtından hançerlemişlerdir. Yemen, Hicaz, Filistin, Suriye ve Irak cephelerinde savaşanlar; ne yazık ki, güya Müslüman kardeşimiz olan bazı işbirlikçi olan Arapların, Türklere yaptıklarını derin bir hüzünle anlatmışlardır. Ben de bizzat Yemen ve Hicaz cephelerinde savaşmış olan dedemden çok acı hatıralar dinledim.
Bu zamana kadar savaşlar genellikle cephelerde olmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı sonucunda dört imparatorluk tarihe karışmıştır. Alman İmparatorluğu, Avusturya - Macaristan imparatorluğu, Rusya ve Osmanlı imparatorluğu Ya yıkılmış ya da dağılmıştır. Osmanlı imparatorluğu’na Sevr’de bırakılan toprak hem çok az, hem de çok sınırlı bir bağımsızlık veriliyordu.
Bu ağır şartları bazı kumandanlar ve ulemadan bir çoğu kabul etmemişler. Durumu millete anlatarak bir milli mücadele başlattılar. Yunanlılar, İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin gazı ile 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktılar.
Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi 15 Mayıs’ta bir miting düzenleyerek “İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dinî bir görevdir” diye haykırıp, halkı ayaklandıran ilk kişi olmuştur.
Artık Türk Milleti ölüm - kalım savaşı verme durumuna gelmiştir. Halkın bir kısmı İstanbul’a Damat Ferit Paşa ve avenesinin İngiliz yanlısı siyasetine alet olup, Kuvvayı Milliye’ye karşı cephe almışlardır.
İngiliz Muhibbiler Cemiyetinin başında bulunan bazı ulema, Milli Mücadelenin önderlerine, askerlerine ve yardım edenlere “idam fermanını” fetvalarıyla onaylamışlardı. Hatta bu fetvaları İngiliz ve Yunan uçaklarıyla Türk halkına havadan atılmış ve bir çok iç isyanın çıkmasına sebep olmuşlardı.
Memleket bu durumda iken Yörük Ali gibi kahramanlar; işgalci Yunanlıların yaptıkları zulme karşı ellerinden geleni yapıyorlardı. İşgalciler, camilere doldurup; savunmasız kadın, çocuk, ihtiyar demeden insanları diri diri yakmışlar. Kaç defa Yörük Ali ve benzeri direnişçiler, Türk halkını, zulüm eden işgalci Yunanlıların elinden kurtarmış.
Anamın ninesi (ebesi) olan Kör Sultan Ebem, kocasını yitirmiş ve üç küçük oğlu ile kalakalmıştır. Bir yörük kızı olan ebemin baba tarafına Dağlı deniyordu. Dağlı Ahmet denen kardeşini de görmüştüm. Coşkulu bir vatansever olan Sultan ebem en küçük oğlunu torbaya koyarak kağnısıyla askerimize erzak ve cephane taşımıştır.
Kadınları organize edip ihtiyar bir dedenin başkanlığında cepheye mermi taşırken; eşkiyalar önlerini keser. Sultan ebem başta olmak üzere eşkiyaları devirirler ve sağ salim cephaneleri cepheye ulaştırırlar.
Galip Hoca namıyla köy köy, dağ dağ dolaşan Mahmut Celal Bayar ile silahıyla dolaşmış. Galip Hoca’da onu unutmamış: 1950’lili yıllarda Cumhurbaşkanı olan M. Celal Bayar Denizli’ye gelir.
Sultan ebem gözlerinden rahatsızdır. Yoksul ve köylü olduğu için onu hastanenin salonuna yatırmışlar. Torununa bir pusula yazdıran Sultan ebem; her nasılsa bunu Denizli’de olan M. Celal Bayar’a ulaştırır. Cumhurbaşkanı hemen hastaneye gelir ve “Siz, bu kadının kim olduğunu biliyor musunuz?” diye yetkilileri ikaz eder ve tedavisini yaptırır.
Çok merhametli ve sevgi dolu bir insan olan Sultan ebem, tam bir vatanseverdir. Mala mülke pek kıymet vermez ama vatan için hiçbir fedakarlıktan çekinmez.
İki defa hacca gitmek için hazırlık yapmıştır. İlk hazırladığı hac parasını; Denizli - Çal yolu yapılırken Demirköprüye katkı için, ikincisini de Çal Hastanesinde yerde yatan çocukların yatırılması için karyola parası olarak vermiştir.
Birinde annemin babası birine borçlanmış. Bir türlü borcunu ödeyememiş. “Halk içinde oğlumun şapkasını eğriltmem, boynunu bükmem!” deyip tarlasını satıp, borcu ödemiştir.
Gözleri görmediği halde benim doğumumda da bulunmuş. Doğar doğmaz beni eline alıp; erkek olduğumu farkedince; “Göbeğini uzun kesip bağlayın. Sesi gür çıksın ve devlet adamı olsun!” diyerek çok sevinmiş.
İki yaşında çocuk felçi geçirip rahatsız olmuştum. Devamlı dizinin dibinde oturtup hayatın çilesini çekmiş elleriyle başımı, yüzümü, boynumu okşar; sırtımı sıvazlardı. Bize masallar anlatır, şiirler ve ilahiler söylerdi. “Develeri katar katar, Çilbirleri kuma batar” ilahisinin yanında “İzmir’in dağlarında çiçekler açar” ile “Ankara’nın taşına bak” marşlarını beraberce söylerdik...
Vatansever biri olan Sultan ebem, “Çocuklarım esir yaşamasınlar!” diye İstiklal Savaşı’na bizzat katılmıştır. Savaştan sonra da kız erkek ayırmadan çocukların okuması için çok gayret etmiştir. Anamdan bu konuda dinlediğim çok hatıralar vardır. Türkçeye ve özgürlüğe çok önem vermiştir. Bunun için de soyismi kanunu çıkınca da “Bozkurt” adını bizzat kendisi seçmiştir.
1960 yılının ikinci yarısında Ankara Hacettepe üniversitesi Çocuk Hastanesi’nde on yerimden ameliyat olup koltuk değneklerimin yardımıyla yürümeyebildim.
1963 yılında İlkokulun birinci sınıfına başladım. Okulda Amerikan yardımı ile süt tozundan yapılmış yoğurt veriyorlardı. Bana verileni okulda yemezdim ve ilk teneffüste Kör Sultan ebeme getirip ona bırakırdım.
Yaşlılığı sıkıntılı geçen Sultan ebem, millet için yaptığı hizmetlerden dolayı hiç pişmanlık duymadı. “Çok şükür paşalarımız, askerlerimiz ve milletimiz sayesinde alnımız ak, başımız dik yaşıyoruz!” derdi.
Adı bilinenlerin yanında böyle binlerce adsız kahramanlar da var. 12 Eylül 1683’den beri geri çekilen Türkler, evvel Allah’ın izni ve büyük devlet adamları ile kumandanlarıyla millet birleşip 9 Eylül 1922’de artık kara bahtını ak edip; büyük devlet olma yönüne çevirmiştir.
30 Ağustos Zafer Bayramını tekrar büyük bir hassasiyetle kutlarken: babamın amcası süvari Arif Çavuş, Dumlupınar’da yaralanmıştır. Yıllar sonra kız kardeşi, bu Arif Çavuş’un yaralandığı yeri “Dumlupınar” soy ismi olarak almıştır.
O yüce insanların mücadelesine saygısız, ya da başka fikirli olanlar; bu zaferleri halkın gözünden düşürmek, unutturmak için ellerinden geleni arkaya koymuyorlar.
Hiçbir fotoğrafı olmayan Kör Sultan Ebemin hafızamda kalan bir portresini siyah tükenmez kalemle çizdim. Onun yüzü çizgilerle doluydu ama içimden geldiği gibi “BİZ DÜŞMANI ESİR ALDIK” diyerek marş okuduğu; o andaki yüzünün nurlu durumunu çizdim.
Allah başta Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşlarıyla o kahramanlardan ve şerefli atalarına layık olanlardan razı olsun.