Çağ Mı Atladık

02-03-2022

Rahmetli babam 1962 yılında Federal Almanya’ya sözüm ona “Misafir İşçi” olarak; yine onların deyimi ile “davet” edildi. 

Babam Almanya’ya çalışmak için gittiğinde henüz yedi yaşına girmemiştim. Hiçbir şeyden haberim yoktu. İlk Okula da başlamamıştım. 1960’lı yıllarda Ankara Hacettepe Üniversitesi’nin Çocuk Hastanesi’ndeki on ayrı ameliyattan sonra, Salih Barış’ın yapmış olduğu koltuk değnekleriyle daha yeni yürüyebiliyordum.

Hastanede ameliyat ve diğer tedavilerim devam ederken; Türkiye’de askeri bir devrim olmuştu. Ardından da on yıl Başbakanlık yapmış olan Adnan Menderes ve iki bakanı idam edilmişti. Bu olay o zaman memlekette büyük bir ayrışmaya yol açmıştı. Kendilerini idam edilen Başbakan’ın taraftarları addedenler; adeta sandığa ve o andaki yöneticilere kırgındılar.

Bu devrimden sonra ülkede artan işsizliği azaltmak için 1961 yılından itibaren Türk gençleri, en az üç kez Türkiye’de, bir kez de vardıkları zaman Almanya’da olmak üzere doktor kontrolünden geçirilip iş sahalarına yerleştirildiler.

Bir köy çocuğu olarak ne bu olayları kavrayabiliyordum, ne de dünya coğrafyasını zihnimde ve gözümüzün önünde canlandırabiliyordum.

Bir kaç kere dedeme;

“İstanbul nerede? Almanya nerede?” diye sordum. O da bana; Çivril’deki Akdağ’ı ve Baklan’daki Beşparmak Dağı’nı göstererek;

“İstanbul Akdağ’ın ardında ama Almanya nerede olduğunu ben de bilmiyorum.” demişti. 

Babam, çalışmak için dili ve dini ayrı yabancı bir ülkeye, Denizli’nin Çal ilçesinden ilk gidendi. Onun Almanya’ya çalışmak için gidişini kimisi; “Cavura (Kafirlere) hizmet etmek haramdır!” diyenler; yoksulluktan açlık tehlikesini görmüyordu. Kimisi de; “Almanlar önce çalıştırıp; sonra sabun yapacaklar herhalde!” türünden İkinci Dünya Savaşı neticesindeki propagandanın etkisiyle korkularını belirtiyorlardı. 

Ben çocuk felçi geçirdiğim için zor durumdaydım. Geleceğim hakkındaki endişeler babamı derin düşüncelere düşürmüş. Almanya hakkında olumsuz bir düşünceye sahip olan bir köylümüz;

“Yahu Osman, Cavura hizmet etmeye gitmesen olmaz mı?” diye söylemiş. Babam da;

“Doğru dersin Mustafa abi, ama oğlum felçli... Onun istikbali için gidiyorum.” diye cevap verince;

“Ne diyeceğimi bilemedim Halil” diye yıllar sonra, bana, bu konuşmayı anlatmıştı. Bununla ilk defa son yarım yüzyılda bizim köylüler, Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda, Fransa, Danimarka gibi ülkeleri, o dilleri, başka dinleri de öğrenmişti.

Avrupa ile köylümüz tanışırken; 1960 İhtilalinden sonra Amerika Birleşik Devletlerinin yardımsever ve güler yüzüyle tanıştık. 4 K gönüllüleri ile can cana olmuştuk. Sözüm ona Amerikan yardım kuruluşu adıyla misyoner insanlarla dostluk kuruyorduk.

4 K gönüllülerinin kadınları, köylü kadınları cami veya okullarda toplayıp tercümanları ya da Türkçe bilen misyonerleriyle “doğum kontrolünü” öğretip Türk kadınlarını “iki çocuk” yeter diyerek Türk nüfusunu azaltma hedefine yönelmişlerdir. Bunda da oldukça başarılı olmuşlardır.

Erkek misyoner - gönüllülerde dışarıda çocuklara fırıldak döndürmeyi, erkeklere de ayakkabı fırlatmasını öğretmişlerdir. Biz, o zamanlar bunları medeniyet zannediyorduk. 

Bu arada kadınların doğum kontrolü hakkında ne öğrendiğini perdelemek için reçel gibi marmelatları pratik olarak öğretiyorlardı. Artık güzelim organik pekmezi, helvayı, kabak tatlısını küçümseyerek bir köşeye fırlatmıştık.

Bence bir deneme de okul çağındaki çocuklara, soya fasulyesinden yapılmış ve içinde nelerin olduğu belli olmayan süt tozunun suyla karıştırılmasından elde edilen süt, yağ ve yoğurt yedirdiler. 

Alabaş Hatcanım, okulda hademelik yaparken bu süt tozundan yoğurt yapmıştı. Taş gibi olan süt tozu yoğurdunun üzerine çörek otu eken Alabaş Hatcanıma; 

“Bu kara kara şeyler nedir ebe?” dediğimizde; 

“Yoğurdum taş gibi pek güzel olduğu için nazar değmesin diye çörek otu ektim” dedi. 

Pek anlamadık ama yıllarca o sütten içtik, ekmek bandırılmış yağdan, tabaklara konulan çörek otlu taş gibi yoğurttan yedik.

Yıllar sonra bilimsel kitapları okuduğumda, güler yüzlü Amerikalı yardımseverlerin; Türkler ve Türkiye hakkında nasıl sinsi planları uygulayıp; bizi uzun vadede kısırlaştırma yoluna gittiğini gördüm. Günümüzdeki bilimsel verilere göre Türkiye’deki kısırlığın yüzde yirmibeşlere ulaştığını basın yayından sanırım herkes duymuştur. Hatta hayvancılığın merkezi olan Kars’ta, bu Amerikan süt tozundan yapılmış sütleri içen bir çok okul çocuğu zehirlenmişti.

Babam Almanya’ya gittiği zaman o olumsuz söylentiler; ilk gelen mektup ve paralar ile birden değişti. Yüz lira çok büyük bir miktarken; Almanya’dan bin veya iki bin lira gelince herkesin gözü açıldı. Artık herkes Avrupa’ya gitmek için can atıyordu. Cavura hizmet haramdır diyenlerin ne sözünü dinleyen vardı, ne de yüzlerine bakan...

Biz Türkler, Almanya, Avusturya, Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda gibi ülkeleri, Almanca, Fransızca, Felemenkçe, Danca-Danimarkaca dillerle; Hıristiyan, Katolik, Protestan ve daha nice din ve mezheplerle tanıştık. Artık Papa, papaz, rahip ve rahibelerle karşılaşmıştık.

Köy çocukları olarak postacının yolunu gözlüyorduk. Gelen mektupların zarfları parlak ve pulları değişikti. Pullar, kartpostallar bizim için koleksiyonlarımız için çok heyecan vericiydi.

İlk izine gelenleri görünce; bütün köylü şok olmuştu. Gümüş bastonlar, sivri uçlu parlak ayakkabılar, tüylü ve deri fötr şapkalar. Jilet gibi keskin yakalı naylon gömlekler, ütülü takım elbiseler; özellikle filtreli sigaralar bakanların gözlerini yerinden çıkarıyordu.

Hatta babam rahmeti bir plak çalar pikap - teyp getirmişti. Türkçe türkü, şarkı 45’lik plakları sabahtan akşama kadar kahvede çalmıştık ve gözlerini dönen plaktan ayırmayan köylüler “Aslan Mustafa’m” türküsü öğrenmişlerdi.

İlk izine gelenler, geldikleri gün evlerinde koca koca tencerelerde etli yemekler pişirtip, köyün hocasını davet ediyorlardı. Önce hocaya hediyeleri veriyorlardı, ardından da kallavi yemekler yeniyordu ve “nikah” tazeliyorlardı. Hediyeleri alan hocalar, daha önce “haram” dediklerini unutmuşlardı. 

Aradan yıllar geçince artık nikah tazelemeye gerek kalmadı ve ikibini yıllarda da önce “zina” suç olmaktan Avrupa Birliği hatırına kaldırıldı. 2020’li yıllarda ise halk resmî nikahı eksik görüp; “hoca” nikahını gündeme oturttular. Bir başkasının resmi nikahlı eşi olanlar; resmi nikahı varken; gidip bir başkasıyla imam nikahı yapıp pırlanta gibi yavruların sahipleri oluyorlardı. Demek oluyor ki nereden nereye gelmişiz ve karşılıklı değişimleri yaşıyoruz.

Babam, Almanya’da hastalanmıştı. İzine de gelemiyordu. Dört çocuğunla köyde kalan anam da, kendi babasının ve kayınbabasının tarlasında, bağında ücretsiz kol gücü olarak mekik dokurken birden hasta olmuştu. Dört çocuk adeta dağılıp kalmıştık. 

Anamın tedavisi için Çal’da o zaman meşhur olan bir hocaya gidip, okunuyordu. Ben de on yaşındaydım. Bir keresinde ben de bu okuma gününe katılmıştım. Hoca, beyaz bir tabağa kopye kalemiyle bir şeyler yazdı veya karaladı. Daha sonra tabağa su döktü. Tabaktaki yazılar su ile mürekkep halini alıp suyla karıştı. Hoca da bu esnada dudaklarını hafif hafif kıpırdatarak bir şeyler okudu. Ardından da o tabağı anama ve diğer hasta olan Müslime teyzeye vererek içirdi. Bu güzel tedavi doğal olara ücretli hizmetti...

Benim üzerinde durmak istediğim bu tedavi değildir: o zamanlar, köyüm Yukarıseyit’ten Çal’a bir kadının tek başına gitmesi mümkün değildi... Namus adeta gaz gibi bir şeydi. Tek başına bir yerden bir yere gittiği zaman; hakkında dedikodu çıkartılabilirdi. Çal’a yalnız başına gidemeyen anam, seksenli doksanlı yıllarda tek başına gerek karayolu ile gerekse uçakla; köyümden dört kilometre uzaklıktaki Çal’a değil; üç binbeşyüz kilometre uzaklıktaki Almanya Türkiye arasında yolculuk yapabiliyordu. Bu da değişen bir başka sosyolojik olguydu...

Atmıştı yılların sonunda en büyük amcam Almanya’dan izine gelmişti. Gelirkende yanında Sarı renkte salatalığa benzeyen bir meyve getirmişti. Kulaklarımda amcamın, hala “Almanya’nın muzu ve kızı güzeldir” sözleri çınlamaktadır. Daha sonra öğrendik ki, Almanya’da muz yetişmiyormuş; onlarda muzu Afrika’dan, Amerika’dan ithal ediyormuş. O gün yediğim muz, benim damak tadıma uymamıştı ama yıllar içinde muz, yenidünya, kivi, avokado, Hindistan cevizi, papaya, ananas ve diğerleriyle tanıştık. 

Çocukluğumdaki sevimli tavırlarla güler yüzlü görünen misyoner tipli Amerikalıların kültürel saldırılarından sonra soğuk savaşın tesiriyle radyolar devriye girmişti. Özellikle Domuzlar Körfezi krizinden sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ve Demirperde ülkelerinin psikolojik saldırısı; Bizim Radyo, Priştine, Bükreş, Sofya, Budapeşte’den Türkçe yayın yapan radyolar; gerek Avrupa’da ve Türkiye’de yaşayan Türklere; ayrımcılığa dayanan komünizm propagandası ile saldırıyorlardı. Yurtdışındaki işçilerin ve Türkiye’deki ailelerinin Türklük, İslamiyet ve vatan sevgisini aşındırmaya çalışıyorlardı. 

Artık Türkiye’de iç huzur günden güne bozuluyordu. Türkiye, sadece ABD’den, Avrupa başkentlerinden değil; Komünist ve Demirperde ülkelerinden de karıştırılıyordu. Komünist, faşist, oligarşi, goşist, işbirlikçi, dışgüçler, emperyalistler, kolonyalistler, komplodur, sarı sendikacı gibi kavramları da öğrendik. 

Bir çok dini anlatının Hz. Muhammed’in tebliğ ettiğine uymadığını, klan ve aşiret zihniyetinin ve geleneklerinin çağdaş millet tarifine ters düştüğünü gördük. 

Aya ayak basılmıştı... Artık bilimsel çalışmalar din ve sözüm ona bilim adına ileri sürülen hurafelerle açıklanamıyordu. İnsanların beyinlerinde bir çok soru işaretleri oluşuyordu. 

Kur’an’ı Kerim ve Hz Muhammet’in tebliği tekrar ama sorgulayan bir metotla gözden geçirilmeye başlandı. Kur’an’ın bilime önem veren ayetleri öne çıkarılınca; bilim ve tekniğin önemi kavrandı. Avrupa ve diğer kültür ve uygarlıkları gören Türk vatandaşları; yeniliklere hemen uyum sağladılar. 

Kağnı, at arabası, kara saban ve pulluk ile yapılan binlerce yıllık tarım ve ziraat, traktör ve diğer makinalar ile yapılıp; yaz kış aynı sebze ve meyveleri üretip iç ve dış ticarete atıldılar. Organik olmayan bazı üretimler sayesinde çok ürünler kazanıldı ama obezite, şeker hastalığı, kalp damar hastalıkları, alerjiler ve özellikle kanser hastalıkları artı. Bütün hastalıklara rağmen insanın dünyada kalabilme yaşı da uzatıldı. 

Çocukluğumda haberleşme ve iletişim araçları; bu güne göre çok ilkeldi. Mektupların geliş gidişi bazen bir, iki ay sürebiliyordu. Almanya’dan gelen bir mektup defalarca okunup; topluca dinlenirdi. Ben artık ilkokulu bitirmek üzereydim adeta bütün ailenin, konunun komşunun mektup yazıcısıydım: Bu sayede de okuyup yazmam gelişiyordu. 

Bizim köyde o zamanlar bir tane telefon vardı; o da jandarma ile köy muhtarının evi arasındaydı. Hem o zamanlar telefonun teline de kuşlar konuyordu. 

Seksenli yıllarda ise köy meydanında bir telefon konmuştu. Yurtdışından telefon açardık ve telefona çıkan köylüden rica ederdik ki ailemize haber veriversinler ve yarım saat sonra tekrar açacağımızı söylerdik. 

Doksanlı yıllarda herkes evine kablolu ve çevirmeli telefon almaya başladı. Haberleşme artık direk yapılıyordu ve mektuplarla bayram tebrik kartlarıyla postaya yük olunmuyordu. Şimdi ise görüntülü olarak görüşülüyordu. Bu da çok hızlı bir gelişmeydi ve insanları çok etkilemiştir. 

Düğünler geleneksel açıdan çoktan çıkarılmıştı. Evlilikler artık üç gün süren düğünlerle yapılmıyordu. Üç gün süren çalgılı düğünlerin yerine köyün meydanına konan yüksek frekanslı hoparlörler ve klavyeli bir müzik aracı ile en ücra köyde bile gürültülü düğünler yapılıyordu.

Çocukluğumda bizim düğünlerde kınalar sadece kadınlar arasında, maşalama dediğimi eğlence ve oyunlarda erkekler arasında olurdu. Kadınlar dam başlarından, pardılardan, uzaktan erkeklerin oyunlarını izlerlerdi. Milenyumdan sonra bizim köyde yaz izinim esnasında bir düğüne rast geldim. Meydanın bir köşesine orkestra yerleşmişti. Bizim oraların zeybek oyunlarını çalıyordu. Bir ara kıvrak oyun havalarından “Cemile’min gezdiği dağlar meşeli” çalınca köy meydanı kadınlı erkekli oynayanlarla dolmuştu. Hayretle “Aaa!” demişim. Yanımda oturan halamın beyi Sarı Mehmet Ali;

“Görüyor musun Halil? Artık biz de çağ atladık!” dedi. 

Evet, son atmış yılı gözden geçirince Türkiye’de neler değişmiş bazılarını burada zikrettim. Sular akıyordu ama akan sular köprünün altından geçtikten sonra geri gelmiyordu. Kısacası her doğan gün yeni bir dünyaya doğuyordu. Bu yeni dünyaya ayak uydurup kendisini geliştirenler rahat yaşayabiliyordu. Uyduramayanların bir çoğu depresif duruma düşüp; toplumdan ayrışıp dışlanıyorlardı. 

Türkiye cephesini ele aldığım bu yazımı bir kaç anılarımla, gözlem ve yaşadıklarımla yorumlamaya çalıştım. İleride Almanya serüveniyle öbür cephe hakkındada malumat verip düşünce ve hatıralarımı yazacağım. Gerçekten çağ mı atladık; ben de bilmek istiyorum. Ya siz?

Halil GÜLEL 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?