Kaz Yürüyüşü

Kaz Yürüyüşü
05-03-2022

Dünyamız ısınıyor. Her yerde bu konu üzerine konferanslar, seminerler, bilimsel toplantılar, protesto yürüyüşleri, on binlerce makale, karikatür, kitap, açık oturum, tartışma ve bazende sıra dışı kalkışmalar; dünyanın onikiye beş kala duruma dikkat çekmek için yapılıyordu. Herkes bu durumda çok hassas gibi görünüyor ama ertesi sabah sera gazları salan işyerine gidip, kendi sonlarını hazırlayan bir dilim ekmeklerini kazanmak için terlerini döküyordu. 

Bir çok basın yayın organlarında medyada insanlığın sonunun yaklaştığına dair raporlar, bilimsel yazılar tartışmalar gündeme düşüyordu. Buzulların erimekte olduğu, buna karşılık bir çok ülkede çölleşmenin başladığını yaşayarak görmekteyiz.

Daha fazla kazanmak için topraklar, tarlalar kimyasal gübreler ve zehirler ile ekolojik dengeyi sağlayan bir çok canlı öldürülüyordu. Bu kimyasal zehirleri yiyen böcekler, kurtlar hastalanıyordu, ya da ölüyordu. Onu yiyen kuşlar ve diğer canlılarda ölüyordu. 

Üretim çok fazla ve hızlı oluyordu. Bir ayda antibiyotik ve diğer ilaçlı besinlerle piliçler kesilecek duruma geliyordu. Bu tavukların ne tadı, ne de tuzu vardı: Sanki plastik bir maddeyi ağzınızda çiğniyorduk. Geçenlerde bir televizyon kanalında izlediğim bir programda; suni yani plastik et üretildiğini ve denendiğini, deneyenlerin gerçek et lezzeti aldıklarını bildiriyorlardı.

Bütün bu gelişme ve değişmelerin neticesinde; insan sağlığını tehdit eden hastalıklarda yaygınlaşıyordu. Kanser çeşitleri, kas hastalıkları, bronşit, grip, erken bunama, kısırlık da insanlığı tehdit ediyordu.

Sosyal yöndense insanlar yan yana, altlı üstlü, daha rahat apartmanlarda, villalarda hatta gökdelenlerde kalıyorlar ama komşu olamıyorlar. Komşuluk, akrabalık, aile bağları önce zayıflıyor, sonra da bencillik emaresi onlar sadece “ben” noktasını kabartıp, diğerlerinin hak ve çıkarlarını gözetmeyen, adeta gaspeden bir kişiliğe bürünen şehir hayatını, kültürünü ve yaşam tarzını getirerek insanı yalnızlaştırıyordu.

Gerçekten insanlar bugün daha rahat yaşıyor, dünyanın öbür ucundan dakikalar içinde haber alabiliyorlar, hatta haritada dahi yerini zor gösterebildiğimiz yerdeki bir çatışmayı, bir savaşı bir gerilim filmi izler gibi ekranlarda canlı izleyebiliyoruz. Seller, fırtına, tayfun, yağmur, dolu, tsunami, deprem, orman yangınlarını çayınızı, kahvemizi yudumlarken ekranlarda görebiliyorduk.

Bütün bunlar herkes tarafından bilinen gerçeklerdi. Tek bir kişinin çözebileceği, hatta bir çok devletin halledebileceği işlerden değildi. Süper ya da gelişmiş ülkeler kendi rahatları için diğer milletleri sömürerek daha da çok zengin olmak istiyorlardı. En tehlikeli silahlar onlar üretiyor ama başka milletlere izin vermiyorlardı. Bunu bir baskı ve hegemonya aracı olarak görüyorlardı.

İnsanlığın bu çaresizliği karşısında mahalle, komşuluk ve aile ilişkiler kopmuş vaziyete gelmişti. İnsan her türlü yönden yanlızlığa itilmişti. Bazı bedensel hastalıkların yaygınlaşmasından daha önce bahsettik. Bedensel hastalıklardan daha etkin olarak işsizlik, açlık, savaş ve ölüm tehlikesi, yarın güvencesinin yıkılması, ailenin parçalanıp, annesiz babasız çocukların dram ve travmaları insan ruhunun dengesini sarsıp, psikolojik rahatsızlıkların çoğalmasına neden oluyordu. Haplarlar ilaç ve terapilerle bu yaygınlaşan ruhsal hastalıklar önlenmeye çalışılıyordu. Bu hastalara bir çok terapi uygulanarak onları normal insan noktasına getirip topluma kazandırılmaya çalışılıyordu.

Bu terapilerin en yaygını özgüveni geliştirmek ve kişiye bir uğraşı vererek meşgul edip sağlandığı düşüncelerden uzaklaştırmak için spor, müzik, koro çalışmaları, danslar, tiyatro, resim, heykel, boyama, el sanatları gibi şeylerle yapılan meşguliyet terapisiydi.

İşte ben de böyle bir gruba yağlıboya resim yapma kursu veriyordum. İki haftada bir yaptığımız bu kursta orta yaşı geçmiş altı hanım ve dört genç kızımız da vardı.

Sürrealist bir çalışma yaptık. Wuppertal adı üzerine dağlık bir bölgede kurulmuştu. Derin vadiler, dik bayırlar şehirde tekerlekli sandalyeli birisinin hayatında değişik sıkıntılar çıkarıyordu. Geçen yüzyıldan kalan binaların yanında yüksek ve beton, plastik, cam ve çeliğe dayalı yüksek binalarda göze çarpıyordu. Wupper Nehri’nin üzerindeki çelik ve demir kolonlarına asılmış ve dünyada ilk bu şehirde yapılmış asma tramvay işletmesi vardı.

Hava çok sıcaktı. Aslında dereler, boğazlar, tepeler Wuppertal’da hava akımını sağlayıp, serinlik sağlayabilirsiniz. Fakat, hem hava nemliydi ve de bunaltıcı bir sıcaklık vardı. Bereket ki resim çalıştığımız bina çok eski ve kalın duvarlıydı. Bundan dolayı dışarıdan serindi. Nihayet kursumuz bitti. Ortalığı hep beraber topladık. 

Arabamıza binip Düsseldorf’un yolunu tuttuk. Kızım ile kitapçıda buluşacaktık. Randevumuza üç çeyrek zaman vardı. 46 nolu otoyol hafta sonu ve çok sıcak olduğu için fazla kalabalık değildi.

Königsallee denilen meşhur caddesinde engellilere ayrılan park yerine arabamı park ettim. Oğlumun yardımı ile arabanın arkasındaki lifte (vinç) yardımıyla inip, bir söylentiye göre Napolyon’un yaptırdığı, adeta Paris’teki Sen Nehri’ne benzetmeye çalıştıkları, lüks dükkanların, kafelerin, lokanta ve antikacıların olduğu Kral Bulvarını dolaşmaya başladık. 

Bulunduğumuz yerde dünya mutfağının örneklerinden vardı. Japon, Hint, Çin, Tayland, İtalya, Arjantin, Meksika, Arap, Kuzey Avrupa ülkelerinden damak zevkleri sunuluyordu. Bunların çoğu ayak üstü yenen yemekleri, salataları ve egzotik yiyecekleri sergiliyorlardı. Neyse bir Türk lokantası bulduk. Önce hafif bir dürüm döner alıp yedik. Bu sıcakta ağır ve fazla yemek yenemezdi. 

Bir başka yer de pasta ve kahve içtikten sonra yine Königsallee’ye doğru yöneldik. Caddenin başlangıcında çok büyük bir insan kalabalığı gördük. Bir anda havada bayrak gibi ellerde beyaz mendiller sallanmaya başladı. 

“Aaa! Bu ne ?” dedim. Kaldırımda her renkten insan vardı. İnce uzun boylu bir Afrika kökenli kadın;

“Frieden Demonstration - Barış Yürüyüşü galiba” dedi. Bu günlerde buralarda dünya barışı, küresel ısınma , tarım politikaları ve benzerleri üzerine yapılan eylemler çok olduğu için insanlarda bunları adeta kanıksamış olduklarından şöyle bir bakıp yollarına devam ediyorlardı.

Biz de öyle yapıp yolumuza devam edecektik ki birden insanlar, Königsallee’nin bankalar tarafındaki yolun kıyısına akın etmeye başladılar. İçimden “Allah Allah” deyip ben de tekerlekli sandalyemi hızlandırarak kalabalık arasında kendime yer buldum. 

Caddenin alt başından yolu ortalamış arş arda çok düzgün bir şekilde sessizce yürüyen kazları gördüm. En irisi önde ve Kerimoğlu zeybeği gibi efelene efelene yürüyordu. Boynunu iyice ileriye uzatmış kanatlarını da bir efe gibi hafiften açmıştı. Onun arkasında dört beş yavru arka arkaya dizilmişlerdi. Yavruların arkasında anaları oldu biraz iriliğinden belli olan kısa boyunlu bir kaz adeta yavruların adımlarını izleyerek takip ediyordu. Onun ardında yine yavrular ve bu kaz gurubunun ortasında yine iri bir kaz derken yaklaşık yirmi beş otuz kazdan olan bu kaz kervanının en arkasında yine uzun boyunlu erkek bir kaz da geriden gelecek tehlikelere karşı dikkatliydi. Çok düzgün ve tek sıra olarak birbirini takip ediyorlardı. 

Öndeki kazın ihtişamı, mağrurluğu ve efeliği herkesin dikkatini çekiyordu. Hiç bir insandan, bisikletten, pat pat ses çıkaran motorlardan, lüks arabalardan korkmadan ve aldırış etmeden sessizce Dağ Başını Duman Almış marşını söyler gibi kaz adımlarını atarak ve bütün trafiği durdurarak tam asfalt yolun ortasından yürüyorlardı. Arkalarından Porsche bir araba yaklaştı. Biraz motor sesini gaz vererek yükselti. Caddenin kenarındaki insanlar “Neden rahatsız ediyorsun?” der gibi el kol hareketi yapıp, seslendiler. Fakat, kazlar Porsche’nin şoförüne aldırış bile etmeyip yürüyüşlerine devam ettiler.

Caddenin kıyısındaki halk bu anı fotoğraflayıp belgeliyordu. Oğlum baba; 

“Baba, önlerinden git ki senin de fotoğrafını çekeyim” dedi.

Tekere kuvvet deyip tekerlekli sandalyemi kaldırımdan yola geçtim. İhtişamla sallana sallana gelen kazların önüne geçip poz verdim. Adeta ben onların öncüsü olarak yol gösteriyordum. Konvoyu idare eden baş kaz, ara sıra bana başını sallayarak teşekkür ediyordu; ya bana öyle geliyordu. Dünyaca ünlü Düsseldorf’un Kral Bulvarı’na da böyle bir yürüyüş yakışırdı. Bankaların bulunduğu bu paralel caddeyi kesen iki yan sokağı da geçtik. Kanalın üzerindeki köprünün yanına gelince baştaki kaz sol kanadını hafifçe kaldırdı. Köprünün başladığı yere dönerek kanala yöneldiler. Sırayı bozmadan kanala girdiler. Bu görkemli kaz yürüyüşü bu sıcak havada beni hem serinletti ve dünyanın geleceği hakkında; “Bu dünyada bizim de yaşam hakkımız var!” diyen başka canlıları da göz önüne getirdi. Şu kazlar gibi birlikte yaşamayı öğrenemedik bir türlü.

Halil GÜLEL

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?