İlk Türk işgücü göçü, o zamanki Batı Almanya’ya 64 yıl önce (30 Ekim 1961) başladı başlamasına da… Bu vesileyle önce kendimden başlamak istiyorum: Bir lise mezunu olarak gittiğim Almanya’da yüksek tahsilim yaparken dernekçilik yaptım. Evlendim. Çocuklarım oldu. Bazı Türk çatı kuruluşlarının kurucularından oldum. “Avrupalı Türkler” dedik. “Kültürel Kimlik” dedik. “Türkçe” illâ da “Türkçe!” dedik. Ve bir de baktım ki 50 yılı geride bırakmışım.
Birinci (göçmen) neslin ikinci kuşağındanım. Birkaç yıldan beri ağırlıklı olarak Türkiye’de yaşıyorum. Çocuklarımı, torunlarımı ve bir de Avrupa Türklüğünün selameti için nefes nefese verdiğimiz mücadeleyi bizden sonrakilere bırakarak geldim. Gelişmeleri uzaktan takip ediyorum. Gelirken gözümün arkada kalacağını tahmin etmiştim çünkü; Avrupalı Türklerin din gibi, dil gibi ortak değerleri hep istismar edildi. Bizim gibi bazılarının bütün ikaz ve uyarılarına rağmen bazı kuruluşlar veya temsilcileri bu ortak değerleri, hedeflerine ulaşmak için sıçrama tahtası olarak kullandıklarından, arkadan gelen kuşağa sadece kötü örnek olmakla kalmadılar, “kültürel miras” niteliğindeki değerlerin de içini boşalttılar.
Mücadele dolu yarım asırlık Almanya hayatım bir rüya gibi geliyor… Öncelikli olarak “Türkiye’yi kurtarma” sevdasıyla başlayan Türk tipi dernekçilik/teşkilatlanma daha sonra özünde Almanyalı veya Avrupalı Türklerin kültürel asimilasyonuna karşı ya da kültürel kimliğimizi koruma ülküsüne dönüştü.
Türkiye’nin hemen her şehrinde olduğu gibi, yaşadığım şehirde de bazen sahibi “Almancı” olan binaların, apartmanların önünden bir başka hüzünle geçiyorum. Onların büyük çoğunluğu biriktirdiğini yiyemeden, yaptırdığı binalarda doğru dürüst yaşayamadan, son yıllarını hastalıklarla geçirerek bu dünyadan göçüp gittiler. 1960’lı yılların başından itibaren Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerine bir ev, bina ya da arsa almak için çalışmaya giden kuşaktan geriye kalan, memlekette taşa toprağa yaptıkları yatırımlar ve gittikleri ülkelerde inşa ettikleri cami/cemevi dernekleri kaldı.
Avrupalı Türklerin en olmazsa olmazı Türkçe dedik. Merkezi Brüksel’de olmak üzere, “Türkçe Konuşan Avrupalı Göçmenler Birliği” teklifini Avrupa’daki Türk STK’larına defalarca sözlü ve yazılı olarak teklif ettik. Bugün itibariyle gelinen nokta ortada: Türk çatı kuruluşlarının merkez kadrosu bile artık kendi aralarında Almanca konuşur hâle geldiler.
Türkiye’nin her gün değişen gündeminde Avrupalı Türkler hâlâ “Almancı” olarak izin mevsimlerinde hatırlanıyor. YTB kurulduğu günde beri konusunda ehil olmayan, yanlı idarecilerin kontrolünde olduğundan, Avrupalı Türklerin kültürel kimliğini yaşatmada hep yetersiz kaldı.
Türkçe’nin Avrupalı Türkler arasında yazı dili olarak yaşatılması için yıllar önce söylediklerimizi tekrarlıyorum: Avrupa Göçmen Türklerinin burada yetişen nesilleri, yerli toplumun tahammülsüzlüğüyle kendi ailelerinin umursamazlığı arasında sıkışıp kaldılar. Bizi düşündüren, düşündükçe de geleceğe dair endişelerimizi artıran bu konuyu, şahıs, kuruluş, toplum ve devlet bazında dikkatlere sunmak için özel bir gayret sarfetmeliyiz.
Tekrar yazının başlığına dönecek olursak; Geride bıraktığımız 64 yıl içinde ne kazandık ne kaybettik, türünden bir soruya herkes şahıs veya kuruluş olarak cevap aramalıdır. Avrupa’ya 64 yıl önce geliş/gidiş sebebimiz belliydi. Şimdi, 64 yıl sonra kalış sebebimiz de bellidir: “Artık buralı olduk.” Asıl can alıcı ya da yakıcı soru; bundan sonra Avrupa kültür coğrafyasında kültürel kimliğimizi yaşatarak mı, yoksa unutarak mı yaşayacağız?
