İnsanı Vasıtalaştırma Kültürü

İnsanı Vasıtalaştırma Kültürü
19-12-2025

Teknolojiye bağlı iletişim araçları geliştikçe, biz insanların hafızası zayıflamaya başladı. En basitinden; cepte taşınacak kadar küçülen hesap makinesi yok iken, “kerrat cetveli”ni ezbere bilir, cep telefonları yaygınlaşmadan önce de, birçok telefon numarası hafızamızda kayıtlı idi. Şimdi ise neredeyse altı kere yedinin kaç ettiği veya kendi evimizin telefon numarası hafızamızdan silinmiş durumda. Telefonun hafızası, bilgisayarın hafızası derken, kendi hafızamızı ve içindekileri, elimizin altındaki teknik araçlara teslim ettik.

Asırlar boyu nesilden nesile aktarılarak devamedegelen Türk kültürü, kayıtlara geçmeden önce, insanların hafızalarında sözlü olarak varlığını muhafaza edebilmişti. Anadolu’da hâlâ “canlı kültür taşıyıcıları” diyebileceğimiz ileri yaştaki insanların bazıları hiç okuryazar değil, bazıları da sadece ilkokul seviyesinde eğitim görmüş insanlardır. Nitekim Erich Fromm da; Meksika’da hiç okuryazar olmayan veya çok az okuryazar olan insanların hafızasının, sanayi toplumlarının okuryazar olan insanlarınkinden daha güçlü olduğunu gözlemlediğini söylüyor (Haben Oder Sein). Geride bıraktığımız 20. Yüzyıl’ın çok önemli Alman sosyologlarından birisi olan Niklas Luhman; “Kültür, toplumun hafızasıdır” diyor. Son derece isabetli ve özlü, müthiş bir tespit... 

Şamanizm, Budizm gibi inançlar ve Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi dinler havzasında oluşan kültürler, toplumların hayata bakışını belirler, davranış biçimlerini şekillendirir.  Anadolu’nun Türkler öncülüğündeki fethinin esas nüvesini kılıç darbesi değil, gönül rızası oluşturur. Daha yeni sayılabilecek bir İslâmî geçmişe sahip Türklerin kendileri de, kılıç zoruyla değil, gönül rızasıyla Müslüman olmuşlardı. O silsilenin güçlü halkalarından birisi olan Şeyh Edebali’nin, Osman Gazi’ye olan nasihati hemen herkesin ezberindedir: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”. Bizatihi insanın kendisidir esas gaye, devlet değil! Bu ölçülere sadık kalındığı müddetçe insanla birlikte devlet de yaşamış fakat daha sonrası ise yine herkesin malumu...

Şimdi ne yaşadığımız çağın ileri sanayi toplumları ve ne de bu istikamette hızla mesafe alan Türkiye için, bütün gayretlerin asıl amacı insandır, denilebilir. Global çağın kendine özgü kültürünün kıskacındaki biz, gayesi insan olan kültürü unuttuk; insanı araç olarak gören bir zihniyete teslim olduk. Yirminci Yüzyıl’ın istisnasız bütün ideolojilerinde “Tanrı’nın yetkileri” devlete devredilince, insanlar da güçlü devletin emrindeki kullar olarak sadece vasıta olarak muamele gördüler, gaye olarak değil! Ve böylece bazen, “yüce devlet”, bazen “kutsal din”, bazen de (Batılıların yaptığı gibi) “medeniyet götürme” adına insanın araç olarak kullanılması yüzünden, insanlığın iki yakası bir araya gelemedi.

Yetişkinlerin en fazla seyrettikleri filmler, en çok okudukları (kriminal) romanlar, çocuklarımızın ve gençlerimizin tv ekranlarında veya internet bağlantılı bilgisayarlarda en çok seyrettikleri çizgi filmleri, oyunlar, hep ölme-öldürme üzerinedir. Silah lobisi, şiddet kültürünü o derece geliştirmiştir ki, daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir tren istasyonuna uğrayan Bertrad Russel, cepheye gidecek askerlerin ellerinde içki şişeleri ve yanlarında fahişelerle eğlendiklerini görünce; “Zannettim ki, insanların çoğu parayı her şeyden daha fazla sever, fakat yıkıp dağıtmayı daha çok sevdiklerini keşfettim,“ diyerek; güce taban, yakıp yıkmaktan zevk alan bir ruh hâli karşısındaki şaşkınlığını ifade eder.

Amaç ve araç insan

Avrupa’daki Müslüman Göçmenlerin ayrımcılığa maruz kalmasının temelindeki sebep; insanlar arasındaki sınıflandırmadır: Kendi (Batılı) insanı amaç, diğerleri ise (onların refah ve mutluluğu için) birer araçtır. Amerika’nın yerlisi Kızılderililere ve siyahî Afrika’nın bir baştan bir başa tamamına, Avrupalılar tarafından hayvandan aşağı muamelenin reva görülmesinin başka da izahı olamaz.

Kendi kültürüne sırt çevirip, dudak büken bir ideolojik silsilenin hafıza kaybından sonra, elindeki teknolojik aletten gıdalanan, ondan gelen verilerle hafızasını besleyen yeni “İnternet ve McDonald’s Nesilleri”nin kültürel köklerine dönüş yapabilmeleri için vahametin farkında olanları mesuliyet dairesine davet ediyoruz. Tüketim ekonomisinin sadık israfçılarının karınları dolu, cepleri şiş olsa da, ruhen ve fikren aç ve fakirdirler. Hükmedenlerin çarklarının dönmesi için su taşıyan onlar, vasıta olarak kullanıldıklarının farkında olmayan “fakirler”dir. 

Töresinden, geleneklerinden, masalları, destanları, türkülerinden bihaber, şiirini bilmez, şairini tanımaz insanlar, başkalarının gayelerine hizmet yolunda vasıta olmaktan kurtulamazlar. Hangi diyar, hangi kültür coğrafyası olursa olsun; köklerinden beslenmeyenler gurbettedirler.

Eğer Dirk Baecker’in dediği gibi; kültür, toplumun doğruluk şartlarını belirliyorsa (Wozu Kultur?), çok farklı ve bir o kadar da iddialı bir kültür coğrafyasındaki “Gurbetçi Türkler”in giderek kültürsüzleşen nesilleri, ait oldukları toplumun doğrularını hangi kriterlere göre belirleyecekler?

İnsana kâinatın özeti olarak iman etmiş bir kültür dairesine mensup olanlar ancak insanlığı, araç olmaktan kurtararak itibarını yeniden kazandırabilirler.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?