Bizim oralarda Mart ayının ortasından itibaren bahar mevsimi güzel yüzünü yavaş yavaş gösterir. Yalnız Mart dokuzu denen soğuk ve ayazları da unutmamak lazım. Her yerde olduğu gibi “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” atasözü de pek meşhurdur.
Köyümüzde coğrafi olarak yer şekilleri dağ, yayla, tepe, gedik, bayır, bel, yamaç, dere, çukur ve ova gibi yerlerin hepsini görebiliriz. Başını adeta Çökelez Dağına dayamış olan köyümüz ayaklarını adeta Büyük Menderes nehrine daldırmış durumdadır.
Değirmen Deresi dediğimiz yer; Büyük Menderes’in en kıvrımlı ve kavisli yeridir. Adeta buz üzerinde dans eden bir balerinin çizdiği eğri çizgileri, bu vadide görebiliriz. Dar yamaçlardaki küçük bahçelerde domates, biber, fasulye, kılçıksız, börülcesi, kabak, salatalık, soğan, pırasa, patlıcan yetiştiren bahçe sahipleri kendi ihtiyaçlarının fazlasını köylülere ya ikram ederler, ya da satıp pazar harçlıklarını çıkarırlardı…
Değirmen Deresi, bu bahçeciliğin yanında yaklaşık 66 Ocak su değirmeni vardı. Yüzyıllar boyunca bu su değirmenlerinde Çal ve Çivril bölgesine ve köylerine un öğüterek hizmet vermiştir. Hatta İstiklal Savaşı’nda Milli Ordumuzun un ihtiyacının bir kısmı; bu su değirmenlerinden tedarik edilmiştir.
Molla Omar, Deliktaş, Hacı Ese, Uzun Oluk (Eski Pavlika), Beyler, Beşdam, Fabrika (Pavlika), Öte Yaka değirmenleri bugün artık virane, yıkılmış bir haldedir. Sadece Fabrika un öğütme işine devam ederken; Hacı Ese ise bir restoran olarak ismini yaşatmaktadır. Benim çocukluğumda bu değirmenlerin büyük çoğunluğu çalışıyordu…
Bu değirmenlerin olduğu İç Yaka bölümünde bizden önce bir kahvehane varmış. Bu değirmenlere un öğütmek için müşteri olarak gelenler, üç dört gün burada kalırlarmış. Boş vakitlerinde o kahveye gidip orada bütün çevre köylüler, kendi dünya görüşlerini sohbetlerine konu ederlermiş. O yüzden bizim köyün sözlü kültürü, deyim ve atasözlerini sohbetlerinde çok fazla ve çeşitli olarak kullanmaları bu yüzden çok gelişmiştir.
İşte Mayıs ayının ikinci haftasında bir gün, köyümüzdeki kahvelerden birisine çay içmek için gitmiştim. Dut ağacının altında oturmuş Çal tarafında olan giriş yoluna bakıyordum. Köylüler kaba kuşluk vaktinde tarlalarından geliyorlardı. Arada bir motorlu araç ses çıkararak gelip geçiyorlardı. Köylüler geçip giden bu araçların bazen ardından da bakıp, sonra da tekrar yollarına devam ediyorlardı.
Dut ağacının altında tek başıma otururken Yukarı Cami tarafından köyün kıdemli bekçisi Ahmet amca namı diğer Ayancı Ahmet geldi. Yalnız oturup derin düşüncelere daldığımı fark eden Ayancı Ahmet amca;
“Şu sandalye boş ise yanına oturabilir miyim”
Yüzüme soğuk su çarpılmış gibi oldu. Hemen kendime gelip;
“Ne demek Ahmet amca, buyurun!” dedim.
Bir sandalye çekerek tam karşıma oturdu. Hal hatır sorduktan sonra, başındaki resmi bekçilik şapkasını çıkarıp, masanın sol kısmına koydu. Sağ elinin parmaklarını tarak gibi yaparak saçlarını düzelttikten sonra;
“Halil Efendi, biliyorum güzel şiir yazıyorsun. Benim için de bir şiir yazar mısın?” deyip kısık gözlerini bana dikti.
Ne diyeceğimi bilemedim. Kendi halimce şiir yazıyordum. Hatta öğrencisi olarak çok mutlu olduğum Denizli Lisesi’nde iki sene üst üste birincilik de almıştım. Demek ki bazı köylülerim bu olayları duymuşlar ve bu başarımdan dolayı beni kim bilir şair olarak görüyorlardı…
“Ahmet amca, şiir sipariş olarak yazılmaz ki”der demez, Ahmet amca boynunu bir garip büktü. Çok etkilendim. Bir ara sessizlik oldu. İkimizin arasından kara sinekler savaş uçakları gibi gürültü çıkararak uçarak geçiyorlardı. Kahveciyi çağırıp çay ısmarladım.
Bu arada istem dışı olarak el çantamdaki kalem ve kâğıt çıkardım. Ahmet amca da büyük bir hüzünle anlatmaya başladı. Sanki nefes almadan onu dinliyordum. Bir nevi Karacaoğlan’ın bir şiirinin bir mısrasına benzer bir mısrayı kâğıda yazdım. O satır Ahmet amcanın her sözüne uyuyordu.
“Şu yalan dünyaya geldim geleli;”
Ahmet amca içli bir sesle anlatıyordu. İkinci mısrayı, özellikle “ayağı” bulmalıyım. Aklıma “Olamadım” sözcüğü geldi.
“Şu yalan dünyaya geldim geleli;
Olamadım ben de ah eller gibi.”
Bu beyiti birkaç kez okuyunca onun bir cümlesi şıp diye oturdu.
“On dokuz yaşımda kendim bileli
Gülemedim ben de ah eller gibi.”
Çok şükür ilk dörtlüğü yazdık. Fakat, köyün bekçisi olan Ahmet amca için mizahi bir şiir yazmak istemiştim. Gençliklerinde Çingit Hüseyin ile köy bekçisi olan Ahmet amca, Çingit Hüseyin uzun boylu, zayıf ve oldukça yakışıklıydı. Ahmet amca ise onun üçte ikisi kadar da yoktu. İki bekçi, komşu köylülerin sığırlarını bizim köyün bölgesinde otlattıklarını işitmişler. O gece baskına gitmişler. Gece yarısı çatışma olmuş. Ertesi gün kahvenin önünde Ahmet amca olayı büyük bir coşkuyla şöyle anlatmış.
“Zifiri karanlıkta siperlere Hüseyin amcam ile yattık. Bizim orada olduğumuzu fark eden çobanların mallarını almak için o tarafa giderken; herifler üzerimize ateş açtılar. Bir baktım; kıpkızıl kurşun geliyor; kafamı sağ tarafa eğdim. Sol kulak altından “Vınnn!” diye geçti. Aha bir başka kurşun daha geliyordu. Bu sefer kafamı sol tarafa eğdim. Kurşun ateşler saçıp “Vınnnn!” diyerek sağ kulak üstünden geçti. Yemin olsun bu defa kızıl kurşun tam alnımın ortasına doğru geliyordu. Çok hızlı düşünerek kafamı öne doğru eğince; kurşun şapkamın üstünden geçip Hüseyin amcamın koluna “Zıııppp!” diye saplandı” deyince yıllarca köylüler bunu kahkaha anlatarak sohbetlerine katık yapıp bir müddet “Kurşunu gören” adam olarak Ahmet amcaya yeni bir unvan vermişler.
Ahmet amca kendisi kısa boylu ve ciddi bir yüze sahipti. En büyük halamın oturduğu yukarı mahallede oturuyorlardı. Çocukluğum orada geçtiği için hanımı Ummani teyzeyi de çok iyi tanıyordum. Kendi yağlarıyla kavrulan bir aileydi. Hem Ummani teyzenin, hem de Ahmet amcanın topluma mal olmuş deyiş ve sözleri vardı. Ahmet amca küçük yaşta öksüz kaldığından dolayı eziklik hissetmişti. Bu yüzden yaptıklarını ve yaşadıklarını bazen abartarak anlatıyordu.
Yine bir gün Denizli’de okuyan oğluna yiyecek götürürken; yumurta sepetini elinde tutarak gidiyormuş. Zeyveliler’in eski otobüsünün en arka koltuğunda oturduğu için o zamanki asfalt olmayan şose yollardaki yağmur çukurlarında hoplaya hoplaya giden otobüs en büyük sarsıntıyı arkasına veriyormuş. Eski zikzaklı ve dik dönemeçli Zıpır Yokuşunda otobüs böyle bir çukurdan aşırı bir hızla hoplayınca; yumurta sepeti büyük bir tehlike geçirmiş. Arka koltuktan Ahmet amca;
“Şoför abi, yavaş sür! Burada patlayıcı bomba var!” diye bağırmış. İşi ciddiye alan şoför otobüsü Teyyare Pınarı girişinde durdurup arkaya gelmiş.
“Hani nerede patlayıcı bomba?” diye sorunca; Ahmet amca yumurta sepetini göstermiş. Şoför, Ahmet amcanın otobüs içinde panik havası estirmesinde kızmış ama bizim oralara mahsus bir eda ile tebessüm ederek;
“Ver amca yumurta sepetini bana, ben onu daha iyi tutarım. Sen de bir zahmet şoför mahalline geç de otobüsü Denizli’ye kadar sürüler” deyince bomba lafından dolayı korkmuş olan bütün yolcular yüksek sesle kahkaha atmışlar.
Ahmet amca için 1974 yılında şiiri yazıp bitirdik. Bir nüshasını ona verdim. O gün yazdığımız şiirin olduğu kağıdı şiir dosyalarımın arasına koydum. Nereye gidersem benimle birlikte şiir defter ve dosyalarımı da hep beraber götürüyordum.
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin Yüksek Resim Bölümünü bitirdikten sonra 1980 yılında Düsseldorf Kunstakademie (Güzel Sanatlar Akademisinde) “Meisterschüler - Ustalık Öğrenimine” başladım. Zaman su gibi akıp geçiyordu. Bu arada bir okulda Türkçe ve resim öğretmeni olarak görev aldım. Derken gurbette evlendim ve izinlerimi mümkün olduğunca köyümde yapıyordum.
Bu arada Türkiye kabuk değiştiriyordu. Köyler hızlı bir şekilde boşalıp; şehirlerin kıyılarına yapışıp; kentleri köylüleştiriyordu. Hem sosyolojik ve kültürel açıdan çok hızlı bir değişimi yaşıyorduk, hem de şehirlerde iş arama durumu ve gecekondu türünde konut sorunları oluşuyordu. Avrupa’da yaşayan biz Türkler de ağır ağır yaşadığımız ülkelerde geleceğimiz için değişik planlar yapıyorduk. Babam da çok yaşlanmıştı. Emekli olduğu için köye gittiğinde dört beş ay kalıyordu. Böyle bir izinden dönen babam;
“Ayancı Ahmet, sana bir mektup gönderdi” deyip elime buruşuk bir kağıt verdi. Elime aldım ve şöyle bir gözden geçirip okudum. El yazısıyla yazılmış olan bu mektuba hemen cevap verdim ve 1974’de yazdığım şiiri yazıp Ahmet amcaya postaladım. Çünkü Ahmet amca verdiğim ilk nüshayı yitirmiş. Hafızasında kalan bazı mısraları karışık bir şekilde mektubunda yazmıştı. Kendisinden onun sözüyle bir yadigâr kalmasını istiyordu.
Bu yadigarın kalması için bu şiirin yazılış hatırasını yazdım, fakat elimde Ahmet amcanın bir fotoğrafı yoktu. Ulaşabildiğim evlat ve akrabalarından onun resmini istedim. Yalnız bana gönderilen fotoğraflar, Ahmet amcanın son zamanlarının fotoğraflarıydı. Ne yalan söyleyeyim ben bile bu fotoğraflar da onu tanıyamadım. O yıllarda köylülerin karikatür ve resimlerini çok çizdiğim için birçoğu hala hafızamdadır. Ahmet amcanın resmi hali olan deşdevanlık - köy bekçiliği yaptığı halini gözümün önüne getirip, siyah tükenmez kalemle hayali bir portresini çizdim. 1974’teki şiir, Ahmet amcanın mektubu ve Ahmet amcanın hayali çizdiğim portresini sizlerle paylaşırken o mahsun Ahmet amcayı da bizi tebessüm ettiren sözleriyle dualarımız ile yad ediyorum.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 23.12.2021
ALAMADIM BEN DE
Ayancı Ahmet AKAY
Şu yalan dünyaya geldim geleli;
Olamadım ben de ah eller gibi.
On dokuz yaşımda kendim bileli
Gelemedim ben de ah eller gibi.
Aldın küçük yaşta babamı benden,
Hançer yedim hançer tam yedi yönden,
Eyledim dünyayı kapkara zindan
Silemedim ben de ah yeller gibi.
Soğuktur köyümün suyu içilmez,
Uzundur yolları tezce geçilmez,
Bahtımda karadır sayfa açılmaz
Bulamadım ben de ah ballar gibi.
Devam et okula boş geçme sakın,
Hedefsiz bir yöne düş açma sakın,
Mazlumun üstüne taş saçma sakın
Bilemedim ben de ah diller gibi.
Ressam Halil, üzme kendi kendini,
Yıkarmış kabaran sular bendini,
Aşka düşmüş bülbül - gönül yangını
Alamadım ben de ah güller gibi.