
Almanya’nın köklü siyasi partilerinden biri olan Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU), ülkenin yeniden inşasında, Avrupa entegrasyonunda ve sosyal piyasa ekonomisinin kurulmasında uzun yıllar boyunca önemli bir rol üstlenmiştir. Ancak CDU’nun göçmen topluluklara, özellikle de Türk kökenli yurttaşlara yönelik tutumu zaman zaman ciddi eleştirilere neden olmuştur.
Çifte vatandaşlık meselesi, bu eleştirilerin merkezinde yer alıyor. CDU’nun uzun yıllar boyunca çifte vatandaşlığa mesafeli durması, Almanya’da kalıcı olarak yaşayan Türk kökenli topluluklar açısından bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Zira bu konu sadece hukuki bir mesele değil; aynı zamanda aidiyet, güven ve eşit yurttaşlık hissiyle doğrudan bağlantılıdır.
Son yıllarda CDU’nun daha fazla Türk kökenli adayı öne çıkarmaya başlaması ise farklı yorumlara neden oluyor. Bazı çevreler bunu olumlu bir açılım olarak görürken, bazıları ise partinin kaybettiği oyları geri kazanmak adına sembolik bir yaklaşım sergilediğini düşünüyor. Bu noktada özellikle bazı Türk STK üyeleri ve medya temsilcilerinin bu sürece destek vermesi de dikkat çekiyor.
Ancak unutulmaması gereken bir diğer konu da, CDU’nun Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde geçmişte çoğu zaman engelleyici bir tutum takınmış olmasıdır. Bu durum, hem Türkiye kamuoyunda hem de Avrupa’daki Türk diasporasında kalıcı bir mesafe oluşturmuştur.
Bu bağlamda, özellikle Armin Laschet döneminde CDU’nun göçmen topluluklarla daha dengeli ve diyaloga açık bir ilişki kurduğu görülmüşken, onun ardından göreve gelen CDU Genel Başkanı Friedrich Merz, çok daha katı, mesafeli ve göçmen karşıtı söylemleriyle öne çıkmaktadır. Merz döneminde CDU’nun çizgisinin daha da sağa kaydığı açıktır ve bu durum Türk toplumu açısından ciddi bir kırılma noktasıdır.
Bu noktada, çok daha doğrudan bir gerçeği ifade etmek gerekiyor:
CDU, biz Türkler için sadece oy verilmeyecek bir parti değil – çıkarlarımızın açık bir karşıtıdır. Bu parti bizi onlarca yıl görmezden geldi, oyaladı, yanılttı. Çifte vatandaşlığa karşı çıkarak bizi eşit yurttaş olarak kabul etmedi. Türkiye’nin AB üyeliği yolunda yapıcı hiçbir adım atmadı – aksine hep engelledi. Bugün ise, açıkça ırkçı ve demokrasi düşmanı bir parti olan AfD ile zaman zaman iş birliği yaparak, bizden hâlâ destek bekliyorlar. Bu, siyasi ikiyüzlülüğün zirvesidir.
Dahası da var. Bazı “CDU'daki Türkler”, tüm bunlar yaşanırken sessiz kalıyor ya da bu çizgiyi savunuyor. Sırf pozisyonları zarar görmesin diye. Bu bir duruş değil; bu, inkarla maskelenmiş bir menfaatçiliğin adıdır. Bu partide yer almak, temsil etmek değildir – aksine, o partinin gölgesinde kendi toplumunu susturmaktır.
Kimin temsilci, kimin suskun vitrin figürü olduğu ortadadır.
CDU’nun içerisinde yer alan Türk kökenli siyasetçilere de burada önemli bir sorumluluk düşüyor. Temsil ettikleri toplumun hassasiyetlerini parti içi çizgiyle dengelemek kolay olmasa da, ilkeli ve açık bir tutum beklemek kamuoyunun en doğal hakkıdır. Zira siyasi temsiliyet, yalnızca vitrinde yer almakla değil; gerektiğinde söz almak ve gerektiğinde eleştirel duruş sergilemekle anlam kazanır.
Sonuç olarak:
CDU ile Türk toplumu arasında sağlıklı ve güven temelli bir ilişki kurulması, bugünkü siyasi tabloya bakıldığında oldukça zor görünmektedir. Parti, yıllardır göçmenleri oyalayan, temel haklara mesafeli duran ve şimdi de giderek daha fazla aşırı sağ söylemlere yaklaşan bir çizgiye kaymaktadır.
Türk toplumunun hassasiyetlerini dikkate almayan, çifte vatandaşlık gibi temel meselelerde hâlâ geri durmayı tercih eden bir yapının, samimi bir dönüşüm göstermeden bu toplumla ortak bir yol yürümesi mümkün değildir.
CDU’nun bu noktadan sonra güven tazelemesi için yalnızca sembolik adımlar değil, açık, net ve kalıcı politika değişiklikleri şarttır. Aksi takdirde, bu partiyle birlikte yol almak, yalnızca kendi kimliğini inkâr etmekle eşdeğer olacaktır.
Çünkü toplumu temsil etmek, önce toplumun gerçeklerini kabul etmekle başlar.