Deprem Gerçeğine İş Ahlâkı ve Eğitim Penceresinden Bakmak

Deprem Gerçeğine İş Ahlâkı ve Eğitim Penceresinden Bakmak
09-08-2023

Deprem Gerçeği

Yaşam, özünde bir döngüden ibarettir. Yaratılan her şey bir biçimde devinimdedir. Kimisi büyür, kimisi döner, kimisi dönüşür… Ama bir biçimde hareket ve değişim doğanın ve canlıların asıl yaşam çizgisidir. Bu bağlamda ortak yaşam alanımız olan yerküre de her daim devinim ve döngü içerisindedir. Bu döngünün doğal bir parçası da depremdir. Depremler, yerkürenin değişim ve dönüşüm işaretleridir. Bilim insanları, yerkürede yaşamın sürebilmesi için depremleri zorunluluk olarak görürler. Çünkü depremler, değişim ve dönüşümü sağlayan en üst nitelikte yer hareketleridir. Yaşam döngüsünde tesadüfe yer yoktur; bu bağlamda depremlerin bizim bilemediğimiz hikmet ve faydaları da olabilir.  

Depremler, doğal yaşamın bir parçası olarak her an varlığını hissettiren gerçeklerdir. Olmaya da devam edeceklerdir. Nitekim yerkürenin birçok yerinde hissedilen veya edilmeyen birçok hareketlilik devam edegelmektedir. Bu gerçeği kabul edip ona göre yapılaşan ülkeler, bu sarsıntılardan en az hasarla çıkarken hazırlıksız ülkeler ise, maddi/manevi birçok kayba uğramaktadırlar. Önemli olan bu gerçeği kabullenip onunla uyumlu bir şekilde yaşamayı öğrenmektir. 

Deprem konusunda araştırmalar yapan uzmanlar, depremle yaşama gerçeğine dikkat çekerken bir yandan da alınması gereken önlemleri sıralamaktadırlar. Onların ifadesince insanları öldüren gerçekte yapılar değil ihmallerdir, bilinçsizliktir, kültürsüzlüktür. Binaların zemininden tutunuz da mimari projeler, yapı malzemelerinin kısıtlı kullanımı, kolonların kesilmesi vb. birçok ihmal ve aymazlığın acı sonuçlarını hep birlikte yaşadık. Acılar küllenmiş olsa da yaşanmaya devam ediyor.

İhmalkârlığın, tamahkârlığın, dilimiz varmasa da sahtekârlığın faturasını nice nice canlarla milletçe ödedik. Ödemeye de devam ediyoruz. Şimdi artık yaşanan deprem felaketinin bir yandan yaralarını sararken bir yandan da neden ve niçinler üzerinde derinlemesine analizler yapmak ve geleceği kurmaktır. Artık hepimiz biliyoruz ki deprem hepimizin yaşam gerçeklerinden birisidir. Bu gerçeği daima zihnimizde tutarak yaşamak ve şehirler inşa etmek zorundayız. Ayrıca, depremin acı sonuçlarına adeta davetiye çıkaran bu ihmaller zincirini en küçük noktasına kadar inceleyip dersler çıkarmamız gerekmektedir.

Depremin yol açtığı maddi/manevi sonuçları konusunda işin uzmanları çok sayıda tahlil ve değerlendirmeler yaptılar. Bu yazıda daha çok depremin yıkıntılarının sosyal sebepleri ve çözüm yolları üzerinde durulacaktır. Yaşanan deprem felaketi, yalnızca sarsıntı ve yıkıntılardan ibaret değildir. İşin arka planında yerle bir olan iş ahlakımız ve çöken değerlerimiz de vardır. Gözümüzü para, mal-mülk hırsı neden ve ne zaman bu kadar bürüdü? Zemini uygun olmayan projelere kimler nasıl onay verdi? İnşaatlardan malzeme çalanlar nasıl rahat uyudular? Kolon kesenler vicdanlarını nerede nasıl avuttular?.. Ahlâkımız hangi ara bu derece bozuldu? Sanıyorum artık yüzlerce üstün özelliğimiz yanında bozulan ahlâkımıza ve özellikle iş ahlâkımıza yeniden çekidüzen vermenin zamanı geldi!

          Çalışma Hayatı ve İş Ahlâkı

Hayat, yaratılış kanunlarına uygun yaşandığında herkes için bir nimettir. Fıtrata ve hilkate uymayan bir hayatı sürdürmek ise, bir zaman sonra külfete dönüşür. Yüce Yaratıcı, insanlar huzur ve esenlik içinde yaşasınlar diye insanlık ve tüm canlılar için sayısız nimet ve ihsanda bulunmuştur. Ancak her insan bu nimetlere ulaşmak için yaratılış ve fıtrat kanunlarına uygun biçimde yaşamak zorundadır. Aksi takdirde denge bozulur, düzen kaçar. Yaratılan hemen her insanın çalışması ve yararlı işler yapması temel öngörüdür. Ne var ki kimi zaman bu temel öngörüye aykırı davranışlar da görülmektedir. Sözü edilen denge ve düzenin korunması için iş hayatında belli kural ve prensipler benimsenmiştir. Çalışma hayatını düzenleyen bu kurallara genel anlamda iş ahlâkı adı verilmektedir.

Çalışma hayatı esas itibariyle yukarıda zikredilen iş ahlâkı ve etik kurallar çerçevesinde yürüyen bir sisteme sahiptir. Nitekim mutlu ve huzurlu bir hayat, güzel ve başarılı bir gelecek için, öncelikle iş ahlâkına ve etik değerlere sahip olmak ve yapılan işin hakkını vermek gerekiyor. Tembel ve sorumsuz bir insan, doğal olarak güzel ahlâklı değildir. Çalışkan bir insan da güzel ahlâklı  ve sorumluluk sahibi değilse mutlu olamaz.

          Bu noktada toplumun sağlığı, güvenliği ve huzuru için mesleki yeterlikler yanında ahlâki açıdan olgunlaşmış, işini ibadet aşkıyla yapan, dürüst ve hakkaniyetli, işine ve iş yerine sadakatli, sorumluluk duygusu yüksek, kurum kültürü bilinci kazanmış, uyumlu, disiplinli, düzenli ve gayretli vb. uzmanlara ihtiyaç vardır. Bütün bu beklentileri karşılamak üzere, mesleki eğitim aşamalarında; yalnızca teorik bilgi veya uygulamalarla yetiştirilen bireyler, yerine aynı zamanda ahlâki değerlerle ve etik ilkelerle donatılmış çalışanlar hepimiz için önemli bir güvencedir.  

          Önce Ahlâk

          İş hayatında başarılı olabilmek, yaptığımız işin hakkını verebilmek için güzel ahlâklı, dürüst ve asla yalan söylemeyen bir insan olmak ön koşuldur. Her şeyin başı ahlâktır; nitekim yasalar yakalanan suçları cezalandırır. Oysa, ahlâki ve vicdani değerler insanı daima kontrol altında tutar. Atalarımız meslek öğretmeden önce insanlığı öğretmeyi yeğlemişlerdir. Çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemlerini her şeyden önce bir olgunlaşma aşamaları olarak görmüşlerdir. Bu amaçla ahlâki değerleri önemseyen ahilik, yarenlik ve lonca gibi özel mesleki yapılar kurmuşlardır. Ahilik teşkilatının özünde üç kavram vardır: Ahlâk, disiplin ve dayanışma… Konuyu daha somut ifade edecek olursak, hiç kimse iş yerinde yalancı, tembel, bencil, disiplinsiz, vefasız, sorumsuz, uyumsuz, geçimsiz… birini çalıştırmak istemez. Çalışanlar da böyle birisi ile aynı ortamda bulunmaktan haz duymazlar. Özetle bir toplumda herkes işini ve görevini hakkıyla yerine getirirse, orada asayiş sorunları azalır; sel deprem vb. doğal afetlerde can kaybı önlenebilir.

          Yakın zamanlarda yaşadığımız deprem bize bir gerçeği gösterdi: Aslında can ve mal kayıplarına yol açan gerçek sebep doğal afetlerden çok insanların tedbirsizliği, açgözlülüğü, tamahkârlığı, sorumsuzluğu, iş bilmezliği vb.leridir. Bu türden doğal afetlerde çöken aslında binalardan önce ahlâki seviyemizdir. Para kazanma hırsının insanlığı ne denli kuşattığını, ahlâksızlığın nice canlara mal olduğunu acı tecrübelerle gördük, yaşadık. Öyleyse yeniden kendimize dönüp bakmak, insan yetiştirme süreçlerimizi, eğitim modellerimizi gözden geçirmek artık bir zorunluluktur. Sorumluluk sahibi değerli insanlar yetiştirmek en asli amacımız olmalıdır.

          Değerler Eğitimi

Günümüz dünyasında yeni neslin ihtiyaç duyduğu en önemli şey değerlerdir. Kuşkusuz ki insana değer katan en önemli değer imandır, o olmadan hiçbir değerin anlamı yoktur. Sonra ahlâk ve maneviyatı tamamlayan sorumluluk, duyarlılık, sevgi, saygı, dayanışma, adalet, cesaret, mürüvvet, merhamet, doğruluk, vefa, iffet, hikmet, sabır, tutumluluk, yardımseverlik gibi değerler gelir. Bunlar geleceğimizin inşasında çok önemli parametrelerdir.

Eğitim yalnızca bilgi aktarılan, beceri kazandırılan bir süreç değildir. Eğitimin nihai hedefi her yönüyle olgun ve güvenilir insan yetiştirmektir. İş hayatına yeni başlayan çalışanlar; farkındalıklarını bilmeli, sebatkâr ve uyumlu tavırlar sergilemeli; sürekli öğrenmeli ve kendilerini geliştirmelidirler. Bunun yolu da eğitimdir. Yani, çalışanlar sürekli eğitilmelidir. Çalışanların eğitiminin öncelikli amacı, çalışanın işini daha iyi yapmasını sağlamaktır. Bunun için de değerler eğitimi konusuna özel bir önem atfedilmelidir.

Yıllarımızı alan eğitim hayatının nihai amacı, arzu ettiğimiz bir iş yaşamına kavuşmaktır. İş yaşamındaki başarı aldığımız eğitimler kadar, sahip olduğumuz kişilik ve karakterle de doğrudan ilişkilidir. Bireyin duygu, düşünce, bilgi ve beceri düzeyi, olumlu kişisel özellikleriyle birleştiğinde çalışma hayatına hazır olduğu anlamına gelir.

Bu değerlerden yoksun bırakılan insanlar, ben-merkezci bir anlayışla hayatlarını sürdürürler. Attıkları ya da atacakları her adımda, çıkarlarının ne olduğuna bakarlar. Biz-merkezci bir yaklaşımın kıyısından geçmezler. Toplumsal duyarlılıkları yoktur. Bu tür kişiler sadece et, kemik, kan ve sudan oluştuklarını düşünürler. Bakış açılarında bir derinlik, olayların ve olguların arka planını görebilme feraseti yoktur. Kalp-merkezli bir bakış açısından, erdemli bir hayat anlayışından yoksundurlar.

Deprem Gerçeğinin Eğitim Temelleri

Türkiye’de kalkınma, gelişme, ilerleme dendiği zaman, genellikle, teknolojik buluşlar ve altyapı yatırımları anlaşılır. Yani, Türkiye’de kalkınmanın karşılığı   yollar yapmaktır, fabrikalar yapmaktır, barajlar yapmaktır. Bu yanlış mıdır? Bir yönüyle doğrudur. Kalkınabilmemiz için bunlara ihtiyacımız vardır ama gerçekte bu yaklaşım, kalkınma kavramının % 50’sini oluşturuyor ancak. Asıl kalkınma, insanın ve toplumun iyi yetiştirilmesi ve geliştirilmesidir. İnsana yapılan yatırım her şeyin üzerindedir. Yollar, barajlar, fabrikalar kimin için yapılıyor? Biz insan için gerekli her türlü maddeyi düşündük ama toplum için gerekli ve önemli olan nitelikli insan kaynağı ile ilgili yatırımları ihmal ettik. Oysa insana sevginin, saygının, hoşgörünün, hakkaniyetin, ve sorumluluğun olmadığı bir yerde, kalkınmadan söz edemezsiniz.

İnsan Yetiştirme Politikası

Bugün ülkenin en önemli sorunu işsizlik, ekonomi, terör vb. değildir. En önemli sorun, eğitimsizlik ve iletişimsizliktir. İnsanı ve toplumu iyi yetiştirmeden bu sorunu kökten çözemeyiz. Bunu yapabilmek için, ciddi bir “insan yetiştirme politikası” oluşturulmalıdır. Model insanlar doğru belirlenmeli ve doğru davranışlar üzerinde toplumca uzlaşma sağlanmalıdır. Birbirimizle aynı dilden konuşuyoruz, aynı duygularla konuşmuyoruz.

Gönülleri fethetmeden gönül kalelerine giremezsiniz. Zira kaleler kapıları kırılarak fethedilirken gönül kaleleri kırılarak fethedilmez. Gönül kalelerine sevgiyle, saygıyla, güvenle girebilirsiniz. Alçakgönüllü bir insan, bildiklerini de bilmediklerini de rahatça ortaya koyar. Ön yargılı ve tepeden bakan bir tavır içinde olmadığından hata yapmış olsa bile, bunu düzeltebilecek imkân ve fırsatı bulabilir. “İnsan, dilinin altında gizlidir” demiş atalar. Konuşma, insanın iç dünyasına tutulmuş bir ayna gibidir. İçeride ne varsa, dışarıya o yansır. Bu itibarla işin özü; gönlümüzde, kalbimizde, duygu dünyamızda düğümleniyor.

Davranışları ve sözleriyle nazik ve sevimli olan bir insanın yapamayacağı, başaramayacağı hiçbir iş yoktur. Yeter ki kararlı ve mutlaka sabırlı olsun! Er geç etkilenme kapıları ona açılacaktır. Siz kapıyı çalmaya devam edin. Asla unutmayın ki kapıyı çalana, kapı açılır.

Türkiye’de gerçekten bir “İnsan yetiştirme politikası” ne yazık ki yoktur. Bu toplumun bireyleri çocuğuyla, eşiyle, arkadaşıyla mutlu olmak istiyor. Önce bunun yollarını öğretmek gerek. Mutlu insanlar, üretici olurlar. Mutsuz insanlar tüketiyorlar, çılgınca tüketiyoruz.

        Yetişmiş İnsan Kaynağı

Bir toplumun gelişmişlik veya ilerlemişlik düzeyi belirlenirken genellikle ülkenin mevcut kapital stokları (altın, döviz vb.) esas alınır. Bu stoklar elbette zenginlik için bir gösterge kabul edilebilir. Ancak, zenginlik her zaman gelişmişlik anlamına gelmemektedir. Nitekim bazı ülkeler, kapital sermaye açısından zengin olmakla birlikte yetişmiş insan kaynağı açısından yetersiz oldukları için gelişmiş ülkeler arasında kabul edilmezler.

Bir ülkenin gelişmişlik veya ilerlemişlik derecesi belirlenirken uygulanacak ana ölçüt uluslararası literatürde “beşeri sermaye” diye ifade edilen yetişmiş insan kaynağıdır. Bu sermaye türü doğrudan eğitimli ve yetişmiş insan kaynağının niteliğiyle ve niceliğiyle ilgilidir. Ülkede huzur ve refah içinde yaşamanın, gelişme ve ilerlemenin en önemli göstergesi şüphesiz yetişmiş insan kaynağıdır. Yetişmiş insan kaynağı aynı zamanda toplumun enerjisini doğru yönde kullanmak anlamına da gelmektedir. Sorumluluk sahibi, işini en güzel şekilde yapan insanlar topluma hizmet eder; sel, yangın, deprem gibi büyük felaketlerden korurlar.

İnsan ve İman

İnsan, evrenin özüdür. Yüce Yaratıcımızın Evren’de var ettiği onca canlı ve cansız varlık içinde insanın yeri özel ve seçkindir. Çünkü insan düşünebilen ve muhakeme edebilen bir varlıktır.  İnsan, bu özelliğiyle kendini ve Rabbini bilirse imanı yakalamış olur. Gerçek iman ise, insan için en yüksek huzur, mutluluk ve enerji kaynağıdır. İnsanoğlu, kendisine bahşedilen akılla gerçek imanı yakalarsa, hem bu dünyada hem de ebedî âlemde doğru yolu ve hayat enerjisini bulmuş olur. Doğadaki bütün enerji kaynakları insanın emrine sunulmuş olup onların nasıl kullanılacağı da yine insana bırakılmıştır. İlahi kudreti ve hikmeti yakalayamayan bir insan için her enerji kaynağı, yalnızca bir ihtiyaç maddesinden ibaret kalabilir. Oysa en başta insan ve diğer canlılar olmak üzere bütün mahlûkat, Yaratan-yaratılan ilişkisini anlamaya yöneltilmiştir.  Bunun tek yolu da gerçek imandır.

İnsan ve Düşünce

İnsandan gerçek imanı çıkarıp alırsanız, geriye yalnızca kuru bir beden ve bilinçsiz bir varlık kalır. Bu şekliyle insan, son derece zayıf, aciz ve güçsüzdür. Oysa insan, aklını ve izanını kullanarak hayatın ve varlığın sırlarına vâkıf olabilir. Rabbine tüm kalbi, benliği ve bedeniyle bağlanan bir insan gerçek enerji kaynağına ulaşmış demektir. İnanmak, bağlanmak ve hayır aramak insana enerji bahşeder.  Gerçek enerji kaynağına bağlanmayan insan ise, hayat mücadelesi içinde koşuşturup durur. Sonunda yorulur, hasta olur ve hâlâ gerçeği kavrayamaz. Gerekli enerjiyi ve çareyi hep dışarıda arar durur. Ta ki ebedî âlemin kapıları aralanıncaya kadar.

Hâlbuki insanın yücelmesi ve yükselmesi, kendisini ve Rabbini keşfetmesine bağlıdır. Eğitim-öğretim süreçlerinin en başta gelen gayesi, bu gerçeği kavratmak olmalıdır.  Düşüncelerini yükseltenler, tevazu saraylarında huzur ve sağlık içinde yaşarken yükseltmeyenler dünyaya köle veya insanlara zalim olurlar. İnsan, nefsine ne derece hâkim olursa, o derece kendini yükseltir. Gurur ve kibir abidesi olanlar ise, alçaldıkça alçalırlar. Para ve mal-mülk edinme hırsıyla her türlü yolu dener; malzemeden çalar, olmaz işlere olur verebilirler. İşte bu anlayış depremden çok daha öldürücüdür.

İnsan yaşamı bütüncül olarak değerlendirildiğinde her şeyin kendi iradesine bırakılmış olduğu görülecektir. İnsan kendi kendini ya tahrip ya da inşa eder. Düşünen bir insan için saray da zindan da kendi elindedir.  İnsan iyi düşüncelerle olgunluğun zirvesine tırmanabileceği gibi, kötü düşüncelerle de sefilliğin çukurlarına düşebilir. Oysa insan akıl ve kudret sahibidir. Ona bahşedilen akıl, muhteşem bir enerji kaynağıdır. Önemli olan bu yüksek enerjiyi doğru, faydalı ve güzel işler için kullanabilmektir. İnsanın aklını kullanıp kullanmadığı, söylediği sözlerden yaptığı işlerden anlaşılır.

İnsan-Kalp İlişkisi

İnsandaki enerjinin maden ocağı kalptir. Bütün duygu ve düşünceler önce kalpte ortaya çıkar. Beyin ise, düşüncenin fabrikasıdır. Kalpten beyne ulaşan ve orada kök salan her duygu ve düşünce, er geç kendi meyvesini verir. Meyvenin cinsi, tohumun cinsine bağlıdır. İnsan beyni bir çeşmeye benzetilebilir. Çeşmenin kaynağı temizse, çeşmenin ağzından temiz sular akar. Tıpkı bunun gibi, kirli zihinlerden ancak kirli ifadeler çıkar. Öyleyse, öncelikle kalbi temizlemek gerekiyor. Kaynak temizse, sonuç güzel olur. İnsan, ruhunun her lekesini temizlemedikçe huzura kavuşamaz.  İyiye karşı kötü, kötüye karşı iyi sonuç alınamaz. Halk arasında güzel bir söz vardır: “Ot, kökünün üstünde biter.”

Çağımız insanı kalbini unuttu, ısrarla ve fazlaca bedenini beslemekle meşguldür. Oysa kalbin manevi açıdan doğru beslenmesi çok daha önemlidir.  Yüreğimizde kibir, kin, nefret, kızgınlık, ön yargı öfke ve hasetlik gibi duy­gular taşıyarak kendimize ne kadar za­rar verdiğimizin farkında mıyız? Bunların yerine yüreğimizi alabildiği kadar sevgi, saygı, güven, hoşgörü, kanaat, yardım­severlik gibi duygularla doldurmak ve hayata güzel bakmak daha akılcı bir yöntemdir.

Ruh güzelliğine, uyum kabiliyetine sahip olabilmek için, işe yüreğimizi temizlemekle başlamak gerekiyor. İşin özü, zihnimizi bireysel ve toplumsal uyum için hazırlamaktır. Bireyler, zihniyet itibariyle hazır hâle geldi­ğinde ve iç huzur sağlandığı zaman çok daha güçlü ve pozi­tif bir enerji ortaya çıkar. İn­sanlara karşı, “katıksız sevgi, sonsuz saygı, herke­se değer verme, ön yargısız bir yaklaşım ve saygıyla hiz­met etme” ilkelerini düşünce planından çıkartıp uygulama­ya koymak ve bunu topluma yaymak en güçlü enerjidir.

Sağduyu ve soğukkanlılık abidesi, uyumlu, vatansever, yüksek enerji sahibi insanlar öylesine güzel bir uyum ve denge içinde yaşarlar ki bizler onları âdeta kanatsız birer melek gibi görürüz. İnsanlara her zaman pozitif bir enerji yansıtır ve büyük bir huzur ve mutluluk içinde ara­mızda yaşarlar. Böylesi meleksi insanların yürekleri gerçekten de olumsuz duygu ve düşüncelerden arınmıştır. Onlar kötü duygu, düşünce ve davranışlardan çok uzaklarda yaşarlar. Yüreklerindeki karşılıksız sevgi ve depolanmış pozitif ener­ji, hem kendilerini aydınlatır hem de karşılarındaki insanla­ra güneş misali ısı, ışık ve aydınlık saçar. Bakış açıları mükem­mel ve geniştir. Dünya’ya açılan ayrı ve kocaman bir pencere­leri vardır. Bu pencere çok geniş bir bakış açısına sahiptir ve yüreklerinden dışarıya büyük bir sevgi seli akar durur.

Beynin Sırrı

Kalpten gelen duygu ve düşünceler, beyin fabrikasında imal edilip kullanıma sunulur. Bu açıdan bedenin idari merkezi beyindir ve doğru kullanılması çok önemlidir. Son yıllarda bilim insanları, insandaki enerji kaynağını keşfetmek üzere beyni daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Bu gayretler doğrudur. Ancak; öncelikle yaratılışın sırlarını ve Yaratıcının kudret ve hikmetini anlamak gerekir. Aksi takdirde, küllün bir cüzü kısmen çözülür ki bu da tek başına çok bir işe yaramaz. Evvelemirde, küllün çözülmesi ve anlaşılması için gayret etmek; en azından her işimizde küllü göz önünde bulundurmak gerekir. Küll anlaşılırsa, cüzler kendiliğinden ortaya çıkar. Diğer türlü, bütün gayretlerimiz, bir yapboz önünde neyi tamamladığını bilmeyen çocuğun şaşkınlığına dönüşür. Sonuçsuz kalır.

Tam da bu noktada akla şu soru gelebilir: “Peki de beynimizi nasıl zinde tutarız, geliştiririz ve doğru kullanırız?” Bu soruya uzun uzun cevaplar verilebilir. Dünya’daki bütün enerji kaynakları elbette önemlidir. Bütün enerji kaynakları en başta insan olmak üzere canlılar için var edilmiştir. Kalbi, beyni, gözü doymayan insana, hiçbir enerji kaynağı yetmez. Bize bahşedilen enerji kaynaklarını doğru, yerinde ve amacına uygun olarak kullanabilmek için öncelikle, insanı merkeze almak, ona değer vermek, insanca bir bakış açısı kazanmak zorundayız. Yaratılışın sırrına mazhar olmak; huzurlu bireyler; vatanına ve milletine bağlı nesiller yetiştirmek; tüm insanlara, tüm canlılara, doğaya değer vermek, çevre bilinci kazandırmak, sorumlu ve hakkaniyetli iş yapmak… işte gerçek yüksek enerji budur.

Sorumlu ve İlkeli İnsan

 

İnsan olarak yaratılmak bir yönüyle en büyük şerefe mazhariyet iken diğer yönüyle de ağır bir mesuliyettir. İnsanın insanlığı, biyolojik özelliklerinden çok; psikolojik, ruhî yönleriyle temayüz etmektedir. İşin özü, şeklen insan olmaktan ziyade ruhen ve davranış olarak bu farklılığı yakalayabilmekte yatmaktadır. 

             Sorumluluk, her insanda bulunması gereken üstün duygulardan birisidir. Her şeyden önce bizi yoktan var eden Yüce Mevlâ’ya, O’nun sevdiklerine, anne babamıza, kendimize, eşimize, çocuklarımıza, akrabalara, dostlara, arkadaşlarımıza ve işimize… karşı görev ve sorumluluklarımızı  hakkıyla yerine getirmek zorundayız. 
             Sorumluluk duygusu, yüce ve yüksek bir bilinç gerektirir. Bu duygunun gereğini yerine getirmek, hem bizi hem de çevremizdekileri rahatlatır. Görev ve sorumluluk bilincine sahip olmakla kişi, kendi içinde ve başkaları nezdinde kendini rahat hisseder. Mutlu olmanın yollarından birisi de görev ve sorumluluklarımızı zamanında ve en güzel şekilde tamamlamaktır. Bilhassa yönetici konumda olanlar, örnek tutum ve davranışlarıyla sorumlulukları hususunda son derece titiz olmalıdırlar. Anne ve babalar, eşler, arkadaşlar bu konuda son derece hassas olmak zorundadırlar.
             Sorumsuzluk, fena bir duygu ve davranıştır. Bu duygu ve davranış sahibini, hem başkaları önünde zelil ve zayıf düşürür hem de özgüvenine büyük zarar verir. Sorumsuzluk, işlerimizi aksatır, zamanımızı israf eder. Bizi, sık sık iletişim kazalarına sürükler. İnsanlarla aramıza gereksiz mesafeler koyar. Verilen sözü yerine getirmemek, alınan sorumluluğu tamamlamamak kişinin hem inanç noktasında hem de kişilik ve karakter açısından zafiyetine delalet eder. 
             Sorumluluk; bir zincir gibi birbirini takip eden birtakım halkalardan oluşmaktadır. En başta kendimiz olmak üzere, ailemize, çevremize, işimize, milletimize ve bütün insanlığa karşı sorumluluklarımızı tam ve hakkıyla yap(a)mazsak, aksayan işler yüzünden biz veya çevremizdekiler zarar görecektir. Evrendeki kusursuz işleyişin devamı için sorumluluk zincirin doğru sürdürülmesi ve sorumlulukların devredilmemesi gerekir. Aksi hâlde sorumluluk paylaşımındaki dengesizlik; ruhumuzun, bedenimizin ve çevremizin dengesini de bozabilir. 
             Hem hayatta hem de iletişim ve insan ilişkilerinde huzurlu, mutlu ve başarılı olmak istiyorsak, işe bu duygu ve davranışımızı en üst noktaya çıkartarak başlayabiliriz. Üstlendiğimiz görev ve sorumluluklarımızı, zamanında ve başarıyla yapmayı alışkanlık hâline getirmek, çok önemli bir başlangıç olabilir. Kendimize, ailemize, çevremize, işimize ve zamana karşı sorumlu olduğumuzu, bu sorumlulukların zincirleme birbirine bağlı olduğunu asla unutmayalım!
             Yakın zamanda yaşadığımız ve asrın felaketi olarak adlandırılan depremin aslında doğal depremlerden ziyade, insanların aymazlığı, sorumsuzluğu ve ihmalleri yüzünden çok büyük acılara yol açtığı bir gerçektir. İlkesiz, sorumsuz ve aymaz insanlar yüzünden nice canları kaybettik, nice maddi kayıplara uğradık. Sabah erken kalkanın kendisini usta diye takdim ettiği bir ortamda denetim eksikliğinin ne denli büyük bir felaket olduğunu çok acı tecrübelerle yaşadık, anladık, kabullendik!

İnsan, ilkeli olmalıdır!

Her insanın ilkeleri olmalıdır. Bu ilkeler, inancımıza, kişiliğimize, makam ve mevkimize, yaşımıza uygun olmak zorundadır. Bu ilkeler birçok başlıkta toplanabilir; bizce en önemli ilke, her insanın güzel ahlâklı ve özellikle sorumluluk sahibi olması en önemli ilkesi olsa gerektir.  Güzel Ahlâk, Allah’ın varlığı gerçeğine uygun bir şekilde diğer insanlara ve varlıklara karşı iyi niyetli ve dürüst davranmaktır. Bunun açılımı ise, insanlar arası ilişkilerde güvenilirlik, sözünde durma, tutarlılık, karşılıksız sevgi, sonsuz saygı, fedakârlık, vefakârlık, samimiyet, kötü arzulardan uzak durma ve Allah’ın bütün yarattıklarına karşı merhametli olma vb. üstün özellikleri içermelidir.

Yukarıda sayılan üstün vasıfların her biri, başlı başına bir yazı konusu olabilecek kadar geniş ve kapsamlıdır. Güzel ahlâk, bütün bu üstün özelliklerin anası ve zemini olmakla öne çıkmaktadır. Bizleri bütün canlılar üzerine egemen kılan Yüce Yaratıcı, bahşettiği bu özellikler ve nimetler için bizden karşılık olarak ibadet yapmamızı istemektedir. İbadet, bir kulluk borcu olmak yanında, bence daha önemli olarak, kişinin kendini kontrolü ve ahlâkını güzelleştirmesi için önemli bir vasıtadır. Asıl amaç, ahlâken üstün bir mertebeyi yakalamaktır. İbadet ettiğimiz hâlde, ahlâkımız güzelleşmiyorsa, bir yerlerde ciddi hatalar yapıyoruz demektir!

İlkesizlik, insanı başıboş, hedefsiz, rotasız kılar. Bu durum ise, kişilik ve karakter zafiyetine yol açar. Her türlü çıkar uğruna, sık sık karar ve davranış değiştirenler kendi içlerinde de toplum nazarında da tutarsız ve itibarsız duruma düşerler. İlkesiz yaşayan bir kimse, hep başkalarının ilkelerine uymaya, başkalarının gölgesinde yaşamaya mecbur kalır. Unutmamak gerekir ki gölgede kalanın da gölgesi olmaz!

            İnsan, erdemli olmalıdır!

İnsanın bu dünyada ulaşabileceği en üstün özelliklerden birisi de “erdemli insan” noktasıdır. Yaratıcımız, Sahibimiz ve O’nun kutsal elçisinin insanlığa çağrısı da “iyi insan” hedefi üzerine bina edilmiştir. İyi insan, erdemli bir kişi, sorumluluklarını yerine getiren kişidir. Sorumlulukları üstlenmek ve yerine getirmek, her şeyden önce insan olmakla doğrudan bağlantılıdır.  İnsanım diyebilen herkes, öncelikle, insan olmanın gereği olarak ve Yüce Yaratıcı’ya karşı borcunu ifa edebilmek için, “kamil insan” zirvesine tırmanmanın gayretinde olmalıdır!

İnsan, insan olmalıdır!

 İnsan, “yaratılmışların en şereflisi” sıfatıyla birçok övgüye mazhardır. Onun özünü sevgi, merhamet ve yardımlaşma duygusu oluşturur. İnsanlar, birbirlerine karşı merhametli ve yardımsever olmalıdır. Her insan, öncelikle kendi içinde tutarlı olmak ve kendisiyle barışık yaşamak zorundadır. Don Kişot misali kendi gölgesiyle savaşanlardan kendilerine de topluma da bir yarar gelmez. Sevgi ise yaratanla yaratılan arasındaki ilişkinin özünü oluşturduğundan Yaratıcının, kullarını ve yarattıklarını sevmesi onun merhametinin bir gereğidir. Kullar ise ibadet ve ahlaki görevlerini yerine getirmekle ve de yaratılanları sevmekle bu yüce sevgiye karşılık vermiş olurlar.

İçinde yaşadığımız dünyayı ve hayatı yaşanılır hâle getirmek, huzur ve barışı tesis etmek, geleceğe daha umutla ve inançla bakabilmek için sorumluluklarımızın bilincinde olmamız gerekir. Sorumluluklarımız sadece kendimizle veya ailemizle sınırlı değildir. Çevremize, komşularımıza, milletimize ve bütün insanlığa karşı birtakım sorumluluklarımız vardır. Dünya, sorumluluklarını yerine getiren insanlar eliyle daha hoşgörülü, daha huzurlu ve daha emin olur. Sorumluluklarını yerine getiren toplumlar, ahlaki ilkeleri ve sevgiyi her şeyden üstün tutar. İnsanlar huzur, güven ve asayiş içinde yaşarlar.

Değerlendirme ve Sonuç

Yaşadığımız deprem felaketinden elbette hepimiz ders aldık ve birtakım sonuçlar çıkardık. Bu deprem bize çok önemli bir gerçeği tekrar hatırlattı. Dünyada para, mal-mülkten daha önemli şeyler var: İnsan, canlı, doğa… Sahip olduklarımız aslında bizim değildir! Onlar yalnızca birer emanettir! Aslolan insandır, candır. İnsanımızı ve canımızı korumak için eğitimli, liyakatli ve nitelikli insanlar yetiştirmek zorundayız. Yetişmiş, güvenilir, sorumlu ve hakkaniyetli insanlar ise, ancak kaliteli bir eğitim sürecinden geçirilerek topluma kazandırılabilir. Eğitimsiz, marifetsiz, ilkesiz insanlar ancak toplumun başına bela olurlar, felaketlere zemin hazırlarlar. Cehalet, liyakatsizlik ve eğitimsizlik can alır, öldürür; bilgi, eğitim ve akıl ise cana can katar, yaşatır.

Öyleyse görünür görünmez her türlü doğal ve toplumsal felaketlere hazırlıklı olabilmek için en önemli işimiz nitelikli eğitim vermek olmalıdır. İşini hakkıyla yapan bireyler, sorumlu bir şekilde hareket ederlerse felaketler en az kayıplarla atlatılır. Örneğin Japonya’da sıklıkla deprem yaşanır ama alınan önlemlerle pek kayıp yaşanmaz. Bizde de artık bu anlayışın hâkim olması kaçınılmazdır. Sellerden önce dere yataklarını, depremden önce zemin etütlerini en güvenilir şekilde yapmak ve denetlemek zorundayız. Doğa olayları olmaya, felaketler yaşanmaya devam edecektir. Önemli olan yaşanmadan önce bilgiyi, eğitimi ve akla öne çıkarıp önlemler almaktır. Bu duygu ve anlayışı ancak güçlü bir eğitim sistemi verebilir.

Son söz olarak şunu ısrarla ifade etmek isteriz ki bilimsel yaklaşımlar, disiplinli bir eğitim, ahlâki kurallar ve etik ilkeler hepimiz için en vazgeçilmez güvencedir! Tüm topluma ahlâki ve etik ilkelere uyma noktasında bilinç kazandırmak ve bir iş etiği kültürü oluşturmak durumundayız. Bunlara itibar edilirse depremler de seller de yıkıcılığını kaybeder ve yalnızca bir doğal olay olarak kalırlar! Yaşadığımız büyük deprem başta olmak üzere, konuya artık bilim, eğitim ahlâk ve etik penceresinden bakmak en çıkar yol ve en güvenilir yöntemdir!

Kaynakça

Can, Hüsnü; Özmen, Bülent, Türkiye’nin Deprem Gerçeği  Paneli, Gazi Üniversitesi Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını Ankara, 2010.

Dursun, Şemsettin, Derin Medeniyet Sorumluluğumuz, İrfandunyamiz.Com

Yaman, Ertuğrul, İnsan ve İletişim, Akçağ Kitabevi, Ankara, 2016.

________________, Değerler Eğitimi, 5.Baskı, Akçağ Yay., Ankara, 2016.

________________, Nasıl Bir Eğitim!, Anadolu Ay Yayınları, Ankara, 2022.

________________,Uzlaşma Kültürü Ortak Yaşama Sanatı, 3.Baskı, Akçağ Yay. Ankara, 2023.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?