Gök Girsin Kızıl Çıksın

Gök Girsin Kızıl Çıksın
13-07-2025

1043 yılıydı. Güneş, Horasan dağlarının üzerinden ağır ağır doğarken, yorgun ve sarıya çalan bozkır topraklar bir liderin ayak seslerini işitiyordu. Çağrı Bey’in hastalığı Selçuklu devletinde sessiz bir dalgalanma yaratmıştı. Sarayın koridorlarında büyük bir endişe fısıltıları dolaşıyor, gözler Genç bir Veliaht ve Selçuklu ordularının Komutanı  olan Alp Arslan’a çevriliyordu.

Alp Arslan, kılıcın adalet sayıldığı ve ordunun umut ışığı olduğu zamanların evladıydı. Babasının emriyle Horasan’a döndüğünde, halk onu bir komutan gibi değil, bir kurtarıcı gibi karşıladı. O artık Selçuklu Ülkesinin veliahtıydı. Fakat Alp Arslan için taht henüz çok uzaklarda ve tahta giden yol çok meşakatliydi. Henüz tahta çıkacak kadar tecrübeli değildi. Yaklaşan savaş nedeniyle halk arasında huzur diye bir şey kalmamıştı. Halk, Karluk ve diğer Türk boylarının torunlarından Türk asıllı bir devlet olan Gaznelilerle yaşanması muhtemel savaş nedeniyle çok tedirgindi.

Gazneli devletinin Hükümdarı Mevdud’un komutasındaki ordular, Selçuklu topraklarına doğru yöneldi. Artık savaş kaçınılmazdı. Toharistan’ın kadim taşları, yaklaşan savaşın gürültüsüyle gıcırdıyor ve tir tir titriyordu. Alp Arslan, Belh şehrine karargâhını kurdu. Atına binip askerlerine seslendi. “Bu topraklar bizim kaderimizin büyük hikâyesini taşıryor. Bugün ise kader gelecek nesillere sadece bizi yazıp, anlatacak ve bu gün sadece bizim kılıçlarımız konuşacak düşmanlarımız ise sadece bizi dinleyecektir. Dedi ve adeta kükredi.

“Gök girsin, kızıl çıksın.”

Askerler arasında Alparslan’ın keskin kılıcıyla bağdaşmış önemli bir ritüel vardı. Gök girsin, kızıl çıksın, bu ne muhteşem bir söyleyişti. Bu ne büyük bir övgü ne derin bir ritüeldi. Evet, bu söz, sadece bir cümle değil; bir hayat felsefesi, bir varoluş biçimi olmuştu ve tüm halk bilirdi ki Alp Arslan’ın kılıcı, demirden daha ağırdı. Çünkü üzerinde halkının duası, geçmişin yükü, geleceğin umudu vardı. Ve bu dev ritüel “Gök girsin, kızıl çıksın” her yeni kuşakta yeniden doğar, yeniden anlam kazanırdı. Bu ritüel aslında Alparslan’ın halkı arasında savaş öncesi okunan bir dua gibiydi. Çocuğunu uyutmaya çalışan her ananın bebeğine mırıldandığı ninnisinde gizlenmiş bir cesaretin tohumu, hatta tüm ozanların dillendirdiği mısralarda koca bir halkın ayağa kalkışının sembolü olan bir direniş çağrısıydı. 

Selçuklu gençleri ilk kılıç kuşanma merasiminin hemen ardından ateşin etrafında toplanır, yaşlı savaşçıların elinden dualarla, yeminlerle kılıçlarını alırken o heybetli kılıcın gölgesi göğün üzerlerine düşer ve o an yalnızca çelik değil; yürekler de bilenirdi. Gençler, hep bir ağızdan yaptıkları o sarsılmaz yeminleri ise yeri göğü inletirdi.

“Gök girsin, kızıl çıksın.”

O ritüeller ve dualarla aldığı kılıcı taşıyan er kişi, yalnızca savaşı ve dövüşmeyi değil, barışı ve yaşatmayı da öğrenirdi. Selçuklu’nun taş sokaklarında her kişinin dudaklarında fısıltıyla dolaşan bu söz, Alparslan’ın içini yakıyor, ona inanılmaz bir direnç ve güç veriyordu. O her ok atışıyla geçmişi yerle bir edip, her kılıç sallayışıyla zamanı durdurup, geleceğin kaderinin akışını yeniden yazarıyordu.

Alparslan bir gece vakti, çadırının bulunduğu yerin zirvesinden aşağıya doğru baktığında çok uzaklarda Gazneliler’in ordugahının bulunduğu yeri gördü. Bu yerde cılız bir kamp ateşi vardı. Uzun süre bu yeri izledi. Gazneliler’in ordusu bulunduğu yere yıldızlar kadar uzak görünse de, düşmanlarının öfkesi çok yakındı. Alparslan neferlerine elinde kılıcıyla seslendi. Alparslan o an diz çöktü, diziyle ve kılıcının ucuyla toprağa dokundu. Gözlerinden alevler saçılıyordu etrafa, dudaklarından dökülen her dua artık bir savaş narasıydı. Bize düşmanlarımız yıldızlar kadar uzak görünse de biz onlara bir kıvılcım kadar yakınız.” neferlerim, artık durmak vakti değildir. Ne kadar uzakta görünse de o düşman sonunda varacak ülkemize diye haykırdı ve kaldırdı kılıcını attığı nağrayla yeri göğü inletti. Ve o an, tarihin damarlarına yeni bir ses kazındı.

“Gök girsin kızıl çıksın.” 

1043 Yılının Ağustos sabahı, Alp Arslan gözlerini uzaklara dikti. Ufukta beliren toz bulutuna bakıyordu. Bu toz bulutu yaklaşmakta olan tehlikenin habercisiydi. Onu çok seven halkı, can yoldaşları ve neferleri etrafında toplanmış, sessizlikle onun emrini bekliyordu. Gözlerinde kararlılık dolu bir ateş çemberi vardı; sesi vadide yankılandı.

“Neferlerim! kaldırın kılıcınızı! Çünkü biz susarsak, çocuklarımız ağlar; biz durursak, yurdumuz yanar! O vakit ne yurt kalır nede biz” O an tüm kılıçlar kalktı havaya ve gözler parladı. Her bir savaşçı, kendi içindeki korkusunu bir toz bulutu gibi savurdu göğün bağrına o an, toprak su, yer ve gök bile Alp Arslan’ın ordusunun bu kararlılığını hafızasına kazıdı. Rüzgâr bile korkudan yönünü değiştirdi. Bu savaş sadece bir milletin yapacağı basit bir savunma değildi. Büyük bir hakan adayının komutasında ileriye doğru yapılan bir hamle ve koskoca bir halkın dirilişiydi. Sabaha karşı, bir sis gibi sızdılar düşmanın arasına. Alp Arslan neferlerine Gazne ordusuna saldırın emrini verdi. İki ordu arasında büyük bir savaş başladı. Gaznelilerin okları rüzgarı deliyordu. Savaş kalkanları gökyüzünü gölgeliyordu. Fakat Alp Arslan’ın stratejisi, dağların ardında ilmek ilmek işlenmiş bir sanat şaheseri gibiydi. Gazneliler bozguna uğradı. Alparslan’ın yaptığı ilk hamle, gök gürültüsü gibi yankılandı tüm vadide. Ardından meydan kızıla boyandı. Al Arslan’ın Orduları tarafından Gazne ordusu’na çok yıkıcı ve yakıcı bir saldırı başladı. O gün yaşanan yalnızca bir savaş değildi. Türk ulusunun savaş meydanlarına yazdığı koca bir efsaneydi ve o, efsane rüzgârın bile karşısında saygıyla eğildiği, Alp Arslan’ı anlatıyordu.  Gazneliler geri çekilirken, adlarında bıraktıkları yalnızca koca bir yenilgi değil, Selçuklu ordusunun sarsılmaz gücünün meydanlarda duyulan yankısının o dönemin tüm toplumları üzerindeki etkisini de bırakarak kaçtılar. Savaş uzadıkça Gazneliler tüm cephelerde aynı hezimeti yaşıyordu.

O büyük savaşın ardından vadi artık suskundu. Yeni doğan güneşle birlikte Selçuklu ülkesinin ufkunda kızıl bir parıltı belirdi. Alparslan, elinde kırmızıya bulanmış sancağıyla ve birçok savaş ganimetle saraya doğru yürüdü ve babası Çağrı Bey'in yanına döndü. Bu savaşta Selçukluları tek başına yenemeyeceğini anlayan Gazneli Mevdud, bitakım ittifak arayışlarına girdiyse de, olmadı. Yenilgiyi tadmak zorunda kaldı.

Halk sessizce sarayın önünde toplandı, Alparslan’ın karşısında duran halkın gözlerinde büyük bir hayranlık vardı. Yaşlılar yere eğildi, çocuklar gökyüzüne baktı. Çünkü bu savaşta, Alp Arslan’a gökten yardım için gelen yıldırımlar, yalnızca düşmanı vurmadı. Selçuklu halkının devlete olan inancını da yeşertti. Yeniden kahramanlığa dair, vatana dair tüm duyguların fitilini ateşledi. O günden sonra dağlara bir yemin, bir haykırış çalındı. Gök girsin kızıl çıksın.

Zaferin ardından Çağrı Bey, oğluna bakarak şöyle dedi:

Sen artık doğunun kalkanı, Selçuklu’nun yüreğisin evlat dedi ve kılıcını havaya kaldırdı. “Gök girsin Kızıl Çıksın”

Ve Alp Alparslan’ın generallerinden yaşlı bir savaşçı, önce göğe sonra Alparslan’a bakarak, büyük bir haykırışla ve gür bir ses tonuyla Ey, Alparslan;

Biz bu savaşta bize yardım etsin diye göklerden yıldırımları çağırdık ve senin sayende güneşi uyandırdık. “Biz güneşi uyandıran, biz yeri göğü inleten ve biz yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız!” “Biz cehennemler kudursa, bu ülkenin ölmez bekçileriyiz.” Çünkü bu halk, tufanlarla yoğrulmuş ama irfanla yücelmiş bir geçmişin çocuklarıdır. Bu bizim özümüz, zaferler bizim ülkümüz ve kimliğimizdir. Biz geleceğin habercisi ve Türk ulusunun ayak sesleriyiz. Diye seslendi. Halk, coşku içindeydi.

Ancak düşmanlar bitmiyordu. Alp Arslan’ın Gazneliler karşısında kazadığı zaferden bir süre sonra 1049 yılında bu seferde Alp Arslan’ın Horasan Meliki olduğu dönemde Karluk, Yağma ve Çiğil gibi Türk boylarından bir Türk hanedanı olan Karahanlı devletinin Hükümdarı Arslan Han, ordusuyla Selçuklu ülkesinin sırtlarına geldi. Alp Arslan yine yenilmez ordusuyla savaş meydanlarına indi. Çarpışmalar başladığında Alp Arslan’ın ordularının gücü karşısında gökyüzü karardı ve yer gök titrerdi. Her iki liderin de niyeti kesindi ama kaderin kalemi yalnızca birinin adını yazacaktı. Alp Arslan her kılıç darbesiyle tarihin tozlu sayfalarına altından harflerle zaferi kazıyarak yazıyordu. Çünkü bu savaş, Alp Arslan için sadece toprağını ve ülkesini koruma mücadelesi değildi. Bu savaş geçmişin mirası ve geleceğin şerefi içindi.  Alp Arslan’ın her hamlesi, bir dağın yıkılmaz gücüyle sarsıyordu karşı safları, bu savaşta zaman ilerledikçe, Alp Arslan’ın her hamlesinde ve durmaksızın ilerleyişinde Karahanlı hükümdarı Arslan Han’ın göğsüne büyük bir korku çöküyordu. Arslan Han ise geriye doğru her adımında onurunu kaybediyordu. Bu kez çarpışmalar daha da sertti. Sonunda Arslan Han, yenilgiyi tatmak zorunda kaldı. Bu sefer Alp Arslan’ın gözlerinde yalnızca zafer değil, Selçuklu halkının umudu da vardı. Yüzbinlerce asker, onun tek bir işaretiyle yeri yerinden oynatırdı. Ama kalbindeki yük, zırhından ağırdı. Güneş yeniden doğduğunda Alp Arslan’ın yüzünde zaferin değil, büyük bir sorumluluğun izleri vardı. Çünkü gerçek kahramanlık, yalnızca kazanmakta değildi. Savaşı kazandığında bile adil kalabilmekti. 

Alp Arslan, tüm hayatı boyunca yalnızca bir sınır bekçisi olmadı. O, kadim bir coğrafyanın kaderini de değiştirecek büyük bir imparatorluk yürüyüşüne başladı. Bu yol, yüzyılların unutamayacağı Malazgirt destanına kadar uzandı.

“Gök girsin, kızıl çıksın.”

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi;

Ne Mutlu Türküm Diyene

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?