Haydi Felaha

04-11-2022

Sırtına bir çuval almış ve onunla yürüyen, onu gittiği yere götüren bir adam düşünelim. Yükünü yere indirince hissedeceği rahatlığı ve sevinci de hesap edelim. Bu burada bir dursun.

Görmek, duymak, dokunmak, hissetmek, yürümek, oturmak, uyumak… Hepsi bize verilmiş birer nimet. Güneş, Ay, hava, ağaçlar ve canlılar da etrafımızı kuşatan nimetler. Biz tüm bunlara sahip olduğumuzu çoğu zaman fark etmeyiz. Alarmla uyanır, hazırlanıp evden çıkar, işe gider, günü bitirip döner, vakit  ilerleyince de uykuya dalıp bitiririz günü. 

Bu düzen içerisinde Ay için, Güneş için, bulut için şükretmek aklınıza gelmez. Gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız için durup durup “çok şükür” demeyiz. Belki aklımıza gelmez belki iyice alışmışızdır onların varlığına. Bir hastalık, bir yara, bir kaza sonrası aksayan uzvumuz görevini yapmaya başlayınca anlarız çoğu zaman kıymetini. Kaçan balık büyük olur hesabı, nimet elden gidince kıymete biner. 

İsterim ki varken, sağlamken, yanı başımızdayken bilelim verilenlerin nimet olduğunu. Bunu bilmenin yolunu Rabbimiz bize göstermiştir. O yol ibadet etmektir. Verilenlere teşekkürün en pratik, en kolay ve en güzel yolu ibadettir. Biraz önce bahsettiğim günlük düzenin arasına namaz, oruç, dua, zikir gibi ibadetleri serpmek bizi şükreden insan konumuna getirecektir.

Çağrı filminin bir sahnesinde tarlada kazma kürek çalışan insanlar ezanı duyunca hemen ellerindekini bırakıyor, mescit olan binaya doğru gidiyorlardı. Biz de masanın başından, sohbetin en tatlı yerinden, evrakların arasından kalkıp gitmeliyiz namaza. Gitmeliyiz ki günlük düzenin şükrünü yerine getirebilirim. Bize verilenlerin farkına vardığımızı gösterebilelim.

İş güç, çoluk çocuk, tarla, bahçe, okul derken ibadetler bunlar üzerine binen yükmüş gibi algılanabiliyor. Çuvalı sırtlanmış adam yürüyüp giderken içine bir yük daha atılmış gibi oluyor. Böyle olunca ibadetler yapılmıyor ya da aradan çıksın düşüncesiyle yapılıyor. 

Bunları okurken namaz farzdır, kılmak mecburdur  diye geçebilir içinizden. Tabii ki öyledir ancak bana kalırsa namazı kılmaktan önce namazı sevmek farzdır. Onu zorunluluk değil de alışkanlık, bağlılık ve fıtratın gereği olarak görmek gerekir. Özelde namaz, genelde diğer ibadetler için de geçerlidir bu.

İbadetler istekle yapıldığında, yani çuvalı yere indirip dünyayı bir köşeye itip yapıldığında, kişiye huzur ve mutluluk verecektir. Belki bu sayede çuvala tıkıp üzerimize yük ettiklerimiz çıkacaklar sıkıştıkları yerden. Sırtımıza binmeyecekler.  Hepsi kendince pozisyon alacak. Mal mülkse bunlar, bir yere sabitleyecekler kendilerini. Gerektiğinde orada olacağını bileceğiz. Evlatsa yanımızda duracaklar, ellerinden tutacağız. Taklit edecekler bizi. Alınları secdeye gidecek bizimle. İş güçse bunlar, geride kalacak. Arkamızı döndüğümüzde bizi sabırla beklediğini göreceğiz. Vazgeçilmez hissettirsek de onları, bir gün gidebilecek bir kapı aralığı mesafe olacak aramızda.

Bu zor elbette. Ben başardım diyemem. Sadece zorunluluk olarak gördüğüm ne varsa bir süre sonra “şart mı bunun yapılması?” diye düşünürken bulduğum çok oluyor kendimi. Namaz ve diğer ibadetler böyle bir düşünceye kurban edilmemeli. Onlar bizim kulluğumuzun biricik göstergeleri. Kul olmalıyım, şükretmeliyim, bunu belli etmeliyim diyen varsa; haydi hep birlikte namaza, haydi hep birlikte felaha… 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?