
Bir dilin kalbinde saklı sevinçler üzerine; KINAÇ OLDUM…
İnsan mutlu olduğunda ne der?
“Çok mutluyum, keyfim yerinde, içim içime sığmıyor, şu an her şeye evet diyebilirim...” deriz genelde. Ama Balkanlarda öyle denmez. Bu sözler bu toprakların ruhuna hafif gelir. Çünkü buranın toprağı yabancı değildir; altı asrın emeği, alın teri, duası, göçün hüznüyle yoğrulmuş sevinci vardır içinde. Her taşın, her çeşmenin, her sözcüğün altında bir hikâye gizlidir. O yüzden burada “Kınaç oldum”, “Kınaç olmişım”, kısacası “Kınaç” derler. Bu kelime öyle bir kelimedir ki, hem dudaktan dökülür hem gönülden taşar. Sadece bir sevinç ifadesi değil, derinden hissedilen bir hâl, bir iç titreyişidir. Hatta yalnızca Türkler arasında değil, Arnavutların da dilinde yer etmiş, onların gündelik neşesine karışmıştır. Çünkü bazı kelimeler milliyet tanımaz; duygunun ortak olduğu yerlerde dil de kardeşleşir.
Kınaç, aslında “kıvanç”tan doğmuştur. Kıvanmak; sevinmek, gönülden hoşnut olmak, kendiyle barışmaktır. Bu yüzden kınaç olmak yalnızca “mutlu olmak” değildir; aynı zamanda “iç huzuruna ermek”tir. Türkçenin yaşadığı, yeşerdiği bu topraklarda her kelimenin bir nefesi vardır; kimisi bir türküde yankılanır, kimisi bir duanın içinde yaşar. Bu sözler hâlâ diri, hâlâ canlıdır. Bize hesap sorarcasına dururlar karşımızda; belli ki muhasebe yapmamızı isterler. “Onca kelâmı ziyan etme” der gibi...Peki sen hangisini söylersin? “Mutlu oldum mu?” yoksa “Kınaç oldum mu?” Hangisi gönlüne daha yakın düşer, bir düşün. Çünkü insanın kendisiyle konuşması da bir tefekkürdür, ve tefekkürden kimseye zarar gelmemiştir. Dedem Korkut’un dediği gibi: “Sevineyim, kıvanayım, güveneyim.”
Bu üç kelime bile Türkçenin ne kadar kadim, ne kadar derin olduğunu gösterir. Her biri bir dua, bir dilek, bir hatıradır. Eski Türkçedeki kıb sözcüğü “kut, saadet, baht” anlamına gelir. Bugünkü “kıvanmak” kelimesi de buradan türemiştir. 900 yılından önceki Uygur metinlerinde bile şu satır geçer: kıw kolur biz yaruk teŋrilerke — “Biz saadet dileriz nurlu tanrılardan.”
Demek ki mutluluk, yalnızca bir ruh hâli değil, aynı zamanda bir inanıştır. İnsan içinden doğan ışığı Tanrı’ya yöneltir, oradan aldığı huzuru da söze döker. Bu coğrafyada benzer başka kelimeler de vardır. Mesela Gostivar ve Kalkandelen Türklerinde biri yeni ev yaptığında ziyarete gidilir, kapı eşiğinde “Güvenesin, Allah güventırsın” denir. Bu, basit bir temenni değildir; içinde iyi dilek, dua ve dayanışma vardır. “Güvenle yaşa, bu ev senin yuvan olsun” demektir. “Güvenmek” kelimesi de Eski Türkçedeki küven- fiilinden gelir; “övünmek, kendisiyle iftihar etmek” anlamındadır. Yani kökeninde gurur vardır, ama bu gurur kibirden değil, iç huzurdan doğan bir gururdur. Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugâti’t-Türk’ünde “küvendi” — “iftihar etti” olarak geçer. Meninski’nin Thesaurus’unda “Gloriari”, yani övünmek, böbürlenmek. Ahmed Vefik Paşa’nın Lehce-i Osmanî’sinde ise “itimat etmek”, “kendine güvenmek” olarak tanımlanır. Görüldüğü gibi, bir kelimenin anlamı yüzyıllar boyunca değişir, dönüşür ama özü hep aynı kalır: insanın kendi varlığıyla barış içinde olması.
Altı asır boyunca bu topraklarda hüküm süren Türkler, sadece köprüler, hanlar, türbeler bırakmadılar; kelimeler de bıraktılar. Sözü de bir emanet gibi paylaştılar. Hoşgörüyü elden bırakmadan, dili de bir kültür mirası gibi yaşattılar. Hatta bazen olumsuz gibi görünen kelimeleri bile olumlu bir hâle dönüştürüp halkların hafızasına kazıdılar. Çünkü Türk kültürü, kelimenin hem yükünü hem rahmetini bilir. Bugün biri “Kınaç oldum” dediğinde, o sözde yalnızca bir sevinç değil, bir geçmiş yankılanır. O kelimenin içinde tarih vardır, dua vardır, kök vardır. Çünkü bu topraklarda mutluluk bile sıradan söylenmez; yaşanır, içte demlenir, sonra kelimeyle kına gibi yakar insanın gönlünü.
Ve insan o an anlar ki: mutluluğun adı dilden dile, gönülden gönüle geçse de özü birdir.
İster “mutluyum” de, ister “kınaç oldum”; önemli olan, o kelimenin gönlünde yankı bulmasıdır.
