Sen İstanbul'sun

Sen İstanbul'sun
27-04-2023

“Ama burası Ayasofya!” dedi yanımdaki kadın, ben bu kadar kalabalığı hiçbir yerde görmedim deyince. Bu konuşma abdest sırası beklerken geçti aramızda. İçeri girmek için metrelerce kuyruk, kuyrukta da her milletten insan vardı. Benim gibi gidip namaz kılmak isteyenler de abdest kuyruğu oluşturmuştu. Yıllar önce gittiğimde ortasında büyük bir iskele kurulu, soğuk bir yerdi. Bir anlam ifade etmemişti benim için. Dışarıdaki ihtişam içeride de mevcuttu ama bu benim kalbime değmemişti.

Bu sefer başkaydı. Nihayet girebildiğimde içeri; cami olduğunu bilmem, halıya basmam, mutlu insanlar görmem beni çok etkiledi. İstemsizce camiyi turlamaya başladım. İkinci katının direklerine asılı levhalar arasında gittim geldim. Namaz kılanlar, koşturan çocuklar, birbirine tarihi bilgi verenler, Kuran okuyanlar, rehberi dinleyenlerle doluydu caminin içi. Tavandan sarkan avizeler her birimizin içini de aydınlatıyordu. Benim çocuklar da koşturanlara karıştı. Çocukluğumu da kattım aralarına. Sevinci Ayasofya’nın kubbesine kadar ulaştı. ‘Buradan gitmek istemiyorum hissi’ geldi gönlümün kıyısında kaldı.

Aynı hissi Süleymaniye'de de yaşadım. Mihrap mahallinde, büyük kolonlar, mermer direkler arasında dolandım durdum. Namaz kılanları seyrettim. Turistlerin hayranlığını seyrettim. Mutlu çocukları, sevimli ihtiyarları, Allah kabul etsin dilekleri arasındaki mutlu simaları seyrettim.

Kapılara dokundum, pencerelere, duvarlara, dokundum. Bir zamanlar padişahlar, şairler, demirciler, yeniçeriler, aşçılar, anneler, kızlar, çocuklar da dokundu buralara dedim. Zaman ‘tarih’ denen mefhumu kaldırdı ortadan o sırada. Duaya kalkan binlerce el geçti gözümün önünden. Bir pencere kenarına ilişip dışarıya baktım, içeriye baktım. Geçmiş ve geleceğin tam ortasında kalmıştım. Bu his çok az yerde yaşanır. Bunu çok nadir, çok özel mekanlar yaşatır insana.

Süleymaniye’den çıkıp Eminönü kalabalığına daldık. Çocuklar denizi yakından görsünler diye vapura bindik. Alt kattaki masalara şaşırdılar, orda satılan bisküvi çikolata tarzı yiyecekleri gördüler. Vapurda bakkal da varmış dediler. Öyleymiş dedim geçtim. Büfe desen değil, çerçi desen değil. Varsa bir adı onu da bilemezdim.

Vapurdan sonra otobüsle Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesine geçtik. Daha seyrek de olsa burada da abdest sırası vardı. Bahçesi, türbenin içi hayli kalabalıktı. Dua eden, namaz kılan, gelenlere ikramlık dağıtan, oruç tutan insanlarla bir arada olmak bana hafifletici bir mutluluk verdi. Yerçekimini azaltmak gibi bir his. Medine’ye hicret ettikten sonra Efendimiz’i aylarca evinde ağırlayan Mihmandar, etrafında binlerce dili dualı insanı ağırlamaya devam ediyor. Mihmandarlığı hep bâki.

Başka bir gün, Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’nin türbesine gittik. Namaz kılacağımız yerde bir kedi kıvrılmış uyuyordu. Kedi var diye yanaşmadı bazı bayanlar. Benim nasibime de kedinin dibinde namaz kılmak düştü. Kedi huzurlu, ben huzurlu, kedi sakin, ben mutlu, kedi kaygısız, ben telaşsız... Öylece kıldım namazı.

Birçok yere metro ve metrobüsle gittik. Biz otobüsü kaçırma telaşı yaşasak da ilk günler, metrobüsun peş peşe geldiğini görünce o korkumuz gitti. Üsküdar’dan metroyla Florya Akvaryum’a gittik. Çocuklar ve bizim açımızdan çok keyifli bir zamandı.

Topkapı sarayının güzelliğini yazmak çok uzun süreceği için onun en önemli kısmı olan kutsal emanetler bölümünden bahsedeyim. Daha içeri girmeden Kuran sesi karşıladı bizi. Bunu biliyordum ama yerinde görmek bilmekten daha etkileyici. Bu çağın insanına peygamberlerin siması değil; kılıçları, nalınları, asaları kalmış. Bu bile insanı onlara yakın hissettiriyor. Bıraktıkları sözler, fikirler ve örnek alınacak davranışları eşyalarından daha kıymetli.

İstanbul’da bir yerden bir yere hep uçar gibi gittim. Hızlıca ve telaş telaş. Ayaklarım hiç yere basmadı. “İnsan nerenin yerlisidir?” diye soruyor bir şiirinde İsmet Özel. Ayaklarımın yere basmamasının sebebi bu soru. Kendime, orda yaşayanlara, turistlere bakıp bakıp dolandırdım durdum bu soruyu dilimde. İnsan nerenin yerlisidir? Kimse İstanbul’un yerlisi değildi. Bir sebepten oradaydı, gidecekti. Tıpkı benim gibi.

Tıpkı dünya gibi. Hiç kimse dünyanın yerlisi değil. Bir sebepten gideceğiz. O zamana kadar misafirliğimizin kıymetini bilmeyi nasip etsin Rabbim. İstanbul’da gittiğim yerlere tekrar gitme arzusu içimde hep kalacak. Henüz şairler kadar sevmemiş olsam da İstanbul için bir yazı kaleme almak istedim. İstanbul’daki misafirliğimi güzelleştiren akrabalarıma da canı gönülden teşekkür ediyorum. Güzel bir İstanbul şiiri bırakıyorum sona.

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım…
İstanbul,
İstanbul…

           Necip Fazıl Kısakürek...

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?