Dillerin Sessiz Yakınlığı: Türkçe’den Macarca’ya Uzanan Tipolojik Yolculuk

Dillerin Sessiz Yakınlığı: Türkçe’den Macarca’ya Uzanan Tipolojik Yolculuk
23-11-2025

Geçtiğimiz günlerde önüme düşen dört sayfalık el yazısı not, uzun zamandır zihnimde dönüp duran bir soruyu yeniden alevlendirdi: Diller gerçekten birbirinden ne kadar uzak? Türkçe, Macarca, Korece, Japonca… Kıtalara yayılmış bu dillerin, aynı düşünce mantığının ürünüymüş gibi sakin ve düzenli bir ek dizilişiyle karşımıza çıkması, tesadüf müdür, yoksa tarihin derinlerinden gelen bir fısıltı mı?

Bu notları inceledikten sonra, konuya yıllarını vermiş isimlerden biri olan Dr. Töre Sivrioğlu ile yaptığım görüşme, bakış açımı daha da keskinleştirdi. Çünkü masanın üzerinde duran o dört sayfa, aslında dört ayrı “dil haritası”ydı. Her harita, Türkçenin ve akraba sayılmasa da yapısal olarak yakın duran dillerin, nasıl aynı mantıkla işlediğini gösteriyordu.

Dr.Töre Sivrioğlu 

BİRİNCİ SAYFA: URAL VE “ALTAİ” TARTIŞMASININ TAHTA KALEMLE ÇİZİLMİŞ HARİTASI
İlk sayfada büyükçe bir şema vardı. Üstte “Ural Dilleri” ve “Altay” başlıkları, dallar hâlinde aşağıya doğru açılıyordu. Ural başlığının altında Fince, Estonca, Laponca ve Macarca; Altay tarafında ise Türkçe ve diğer Türk dilleri: Kırgızca, Kazakça, Azerice, Türkmen, Özbek, Tatar, Nogay, Tıva, Uygur, Karay, Gagavuz…

Bugün dilbilim dünyasında “Altay Dil Ailesi” genetik bir gerçeklik olarak kabul edilmiyor; bu doğru. Ancak bu şemayı değerli kılan şey, tartışmalı bir aile adını yeniden gündeme getirmek değil; Türkçe ile Macarca’yı, Korece ve Japonca’yı aynı kâğıtta bir araya getiren tipolojik köprüyü göstermesi.

Şemanın bir köşesinde ufak notlar dikkat çekiyordu:
– Japonca: ses uyumu yok, ama eklemeli. 
– Korece: ses uyumu var, eklemeli. 

Yani anlatılmak istenen basitti ama vurucuydu: Coğrafya değişiyor, tarih değişiyor; ama bazı diller, aynı mantıkla işlemeye devam ediyor. Kök bir yerde duruyor, ekler ise tıpkı tren vagonları gibi arka arkaya diziliyor.

İKİNCİ SAYFA: TÜRKÇE’NİN ŞİFAHİ MATEMATİĞİ – “KARDEŞLERİME”
İkinci sayfada, bize en tanıdık yüz bakan kelime yer alıyordu: “kardeşlerime”. Kelime, cerrahi bir titizlikle parçalarına ayrılmıştı:

kardeş + ler + im + e

Her parçanın altına kısa ama öğretici açıklamalar düşülmüştü:
– “kardeş”: kök, isim. 
– “-ler”: çoğul eki. 
– “-im”: iyelik eki (benim). 
– “-e”: yönelme hâli eki.

Bu küçük çözümleme, Türkçenin nasıl “eklemeli bir mantık makinesi” gibi çalıştığını bir kez daha hatırlatıyor. Kök asla kaybolmuyor, sadece yeni anlam katmanlarıyla genişliyor. Kardeş, önce çoğalıyor; sonra sahiplik kazanıyor; en sonunda da bir yön ve istikamet ediniyor. Bir kelimenin içinde, sosyoloji, matematik ve psikoloji bir arada akıyor adeta.

Dr. Töre Sivrioğlu ile yaptığımız sohbet sırasında, bu örnek üzerinden Türkçenin “doğal bir mantık eğitimi” sunduğu fikrine özellikle takıldım. Bir çocuğun, hiç dil bilgisi dersi görmeden bu dizilimi doğru kurabilmesi, dilin içimize işleyen, sezgisel matematiğinin en güçlü kanıtı değil midir?

ÜÇÜNCÜ SAYFA: MACARCA’NIN GÖBEĞİNDE TÜRKÇE NEFESİ – “ZSEBEMBE”
Üçüncü sayfa, belki de en çarpıcı olanıydı. Macarca “zsebembe” kelimesi, renkli kalemlerle şu şekilde parçalarına ayrılmıştı:

zseb + em + be

Yanına küçük notlar düşülmüştü:
– zseb: cep. 
– -em: birinci tekil şahıs iyelik eki (benim). 
– -be: yönelme / içine doğru hareket eki.

Hemen altına ise Türkçe karşılığı yazılmıştı: “cebime”.

Yani:
zseb → ceb 
-em → -im 
-be → -e

Her iki dilde de dizilim aynıdır:
kök + iyelik + yönelme

İşte bu noktada mesele, sosyal medyada paylaşılıp “Vay be, ne kadar benziyor!” denilip geçilecek bir şaşkınlık olmaktan çıkıyor; dil tarihine açılan bir pencereye dönüşüyor.

Macarca, Fin-Ugor ailesinin bir üyesi olarak Orta Avrupa’da dururken; Türkçe, Avrasya’nın geniş bozkırlarına yayılmıştır. Buna rağmen, “zsebembe” ile “cebime”nin bu kadar iç içe geçebilmesi, dillerin yüzyıllar boyunca temas ettiği, kültürlerin birbirine değdiği noktaları hatırlatır. Belki aynı pazarda alışveriş yapmış iki halkın, aynı çadırda sohbet etmiş iki topluluğun, aynı göç yollarından geçmiş kervanların bıraktığı izdir bu.

Sayfanın bir köşesinde “Macarca – artikeli var (a/az)” notu da yer alıyordu. Bu, Macarca’nın hem Türkçeye benzeyen ama aynı zamanda Hint-Avrupa dillerine özgü belirli artikel sistemini de barındıran “köprü” bir konumda durduğunu düşündürüyor.

DÖRDÜNCÜ SAYFA: DÜNYA DİLLERİNDE EKLERİN KONUMU – ROMENCE’DEN TÜRKÇE’YE
Son sayfada ise küçük ama son derece öğretici bir tablo vardı. Farklı dillerde eklerin kelimeye nereye geldiğini kıyaslayan basit bir şema:

– Romence: başta ek (özellikle bazı zaman ve fiil yapılarında önek kullanımı). 
– Çekçe: kökün ortasına giren dönüşümler ve çekimler. 
– Türkçe: sonda ek. 
– Macarca: sonda ek.

Bu tablo, Türkçe ve Macarca’yı aynı sütunda buluşturuyordu. İki dilde de kök sabit kalıyor, anlam genişlemesi sonuna eklenen eklerle sağlanıyor. Romence ve Çekçe gibi diller, ek konumu açısından farklı stratejiler izlerken; Türkçe ve Macarca, “sona ekleme” prensibiyle yan yana duruyor.

Bir de işin Korece–Japonca boyutu var. Notlarda Korece için “ses uyumu var, eklemeli”; Japonca için ise “ses uyumu yok, eklemeli” ifadesi yer alıyordu. Yani eklemeli olma hâli, yalnızca Türkçe’ye ve Macarca’ya özgü bir ayrıcalık değil; Uzak Doğu’dan Orta Avrupa’ya uzanan geniş bir coğrafyanın ortak çözümü.

DİLLERİN ARASINDAKİ BU BENZERLİK NEYİN İŞARETİ?
Şu soruyu sormak kaçınılmaz: Türkçe, Macarca, Korece ve Japonca arasındaki bu benzerlikler, dillerin aynı aileden gelmesinin mi, yoksa benzer sorunlara verilen benzer zihinsel çözümlerin mi sonucu?

Modern dilbilim, Altay teorisini genetik bir gerçeklik olarak büyük ölçüde reddetmiş durumda. Ancak bu, diller arasındaki tipolojik benzerliklerin değersiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, bu benzerlikler bize şunu hatırlatıyor:
İnsan, nerede olursa olsun, dili kurarken aynı aklın yollarında dolaşıyor.

Bir kökün etrafına ekler dizerek yeni anlam alanları açmak, kelimeyi çekip uzatmak, yön vermek, sahiplik kazandırmak… Bunlar, belki de insan zihninin dili organize ederken bulduğu en pratik, en mantıklı yollar.

DİL, DÜNYANIN EN SESSİZ TARİH KİTABI
Bu dört sayfalık not ve arkasından yaptığım okuma–düşünme süreci bana bir gerçeği bir kez daha hatırlattı: Dil, dünyanın en sessiz tarih kitabıdır. 

Bir Macar kelimesinin göbeğinde Türkçenin nefesini duyabilir, bir Korece ekin ahenginde Orta Asya bozkırlarının ritmini sezebilirsiniz. Japonca’da ses uyumu kaybolmuş olabilir ama eklemeli yapı hâlâ, binlerce kilometre ötedeki Türkçe ile aynı mantıkla çalışır.

Belki de bu yüzden, tek bir kelimenin içini açıp eklerine baktığımızda, yalnızca dil bilgisi öğrenmiyoruz; göçleri, savaşları, alışverişleri, evlilikleri, dostlukları, kervan yollarını okuyoruz. İnsanlığın ortak yürüyüşünü, bir kelimenin içinde yankılanan çok katmanlı bir hikâye olarak görüyoruz.

SON SÖZ
Bugün “zsebembe” ile “cebime” yan yana geldiğinde, “kardeşlerime” kelimesi titizlikle ayrıldığında, Romence’den Çekçe’ye, Korece’den Japonca’ya uzanan ek tablolarına baktığımızda aslında şunu fark ediyoruz:
Diller, sandığımız kadar uzak değil; biz birbirimizden sandığımız kadar kopuk değiliz.

Belki de gökyüzü altında konuşulan bütün diller, aynı büyük cümlenin farklı kelimeleridir. 
Ve biz, o cümlenin anlamını çözmeye çalışan meraklı birer okuyucuyuz sadece.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?