İhtiyaçlar ve İhtiraslar Ayrımı

İhtiyaçlar ve İhtiraslar Ayrımı
27-05-2023

 

Dünya Hepimize Yeter Ancak Hırslarımıza Asla...

Yokluk korkusu, yoksunluğun bizzat kendisi değil midir? Kuyunuz suyla dolu olduğu halde, hala susuz kalma korkusu çekiliyorsa, asıl susuzluk bu değil midir?" (Halil Cibran, Ermiş) Şeytanın pek çok görevi vardır. Bu görevlerden biri de insanın gerçeklik algısını bozarak onu korku ve kaygıya sevk etmektir. Normal seviyedeki kaygı, insanı koruma görevi yaparken aşırısı, insanın hem kendisine hem de çevresine zarar verir. Gelecek kaygısı, fakir düşme korkusu, buna bağlı olarak da insanların gözünden düşme korkusu, zor durumda kalınca kimsenin destek olmayacağı endişesi vb. duygu ve düşünceler dünyaya olan tamahı daha da artırır. Zenginlik, güç, şöhret, kariyer gibi dünyevi sıfatların önemi gözde büyütülür.

Bu durum Bakara Suresi 268. ayeti Kerime’sinde de şöyle anlatılmaktadır. "Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size yanlış şeyleri yapmayı emreder. Allah ise size kendi tarafından bağışlama ve lütuf vadediyor. Şüphesiz Allah (ın lütfu) geniştir, (O) bilendir."

Allah’ın lütfunu unutup da şeytanın tuzağına düşen insan, çok şeye sahip olursa çok yaşamış olacağı gibi bir yanılgıya da düşmüş olur. Oysaki 'sahip olmakla, 'olmak' çok farklı şeylerdir. (Erich Fromm) Var olmanın ve yaşamanın anlamını gereğince idrak edebilen insan, sahip olma yolunda değil, olma yolunda ilerlemeye özen gösterir. Şeytan, 'olma' yolunda ilerleyen insanın önüne sürekli taş koysa da insan, yolundan dönmediği sürece şeytanın yoluna taş koymuş olur. Ölüm ve ötesini kulak ardı eden, dünyaya sımsıkı tutunarak var olduğunu zanneden insana, "Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun?" diye soran Farabi gibi İslam düşünürleri, varlığa yeni bir tanım ve anlam getirmişlerdir: "İnsanı insan yapan maddi göstergeleri değildir. Maneviyatında gömülü hazineleridir. Allah’ın mülkünden kendisine düşen payla yapıp ettikleridir."

     Sahip olma duygusu ne yazık ki saldırganlığın da ana sebebidir. Sanıldığı gibi yalnızca para veya mal değildir sahip olmak istediklerimiz. İnsanlar ve onları yönetme arzusu da sahip olmak istediklerimiz arasındadır. Yüzyıllar önce sömürgeciliğin bir sonucu olarak Afrika'nın yerlilerini köleleştirerek bir meta gibi alıp satan zihniyetin uzantıları bugün de maalesef ki varlığını sürdürmektedir. Eski dönemlere nazaran insan hak ve özgürlüklerinin daha çok farkında olan insanoğlu düzenlemiş olduğu çeşitli kanunlarla insanı güvence altına almak için azami gayreti göstermektedir. Bu iyi niyetli ve cesur girişimlere rağmen uyuşturucu ticareti, organ ticareti, beyaz kadın ticareti, terör faaliyetleri, silah pazarının giderek genişlemesi gibi ağır sorunlar hala insanlığın kucağında can yakmakta ve çözüm beklemektedir. Karakteri zayıf olduğu için kendine hâkim olmayı henüz başaramamış kişi veya toplumların başkaları üzerinde hakimiyet kurma savaşı oldukça yıkıcıdır. Sahip olduklarından her zaman daha fazlasını isteyen ne doymaz bir varlıktır insan. Keza her ulaştığı tatmin, yeni bir arzunun tohumudur.

En acısı da sorun kendinden kaynaklandığı halde bunu göremiyor, sürekli olarak başkalarını suçluyor ve yeryüzünde fesat çıkarıyor olmasıdır.

Kutuplarda yaşayan Eskimolar, Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların toprak ve altın yüzünden birbirlerini öldürmesini hayretle karşılamışlar, kendi topraklarında olan değerli yeraltı madenlerinin buzlar altında olmasına sevinip şükretmişlerdir. (Engin Geçtan, Hayat)

Bütün dinlere göre yeryüzünün bütün toprakları tek bir insan kadar değerli değilken, özellikle doğuda insan ölümlerinin sıradanlaşması ve yalnızca istatistik değerinin olması ne yazıktır...

      Başkalarının değil, kendisinin üzerinde hâkimiyet kurmakla meşgul olan insan ise "olma" yolundadır. Peygamberlerin eşya ve insan ilişkilerine bakış açılarında bizim için pek çok örnekler vardır. Bu örneklerin her biri "olma" yolculuğunda önümüzü aydınlatan birer ışık görevi görür.

Bir kadın, Hz. Âişe'yi evinde ziyaret etti. Bu esnada Allah Resulü'nün hasırdan yapılan döşeğini gördü. Döşeği Peygamberine münasip görmemiş olacak ki, evine döner dönmez hediye olarak kabaca yünden yapılmış bir döşek gönderdi. Eve geldiğinde bu yeni yatağı fark eden Hz. Peygamber, “Bu nedir?” diye sordu.

Hz. Âişe, “Yâ Resûlallah, falanca hanım bana geldi, yatağınızı gördü de evine gidince bunu gönderdi,” diye cevap verdi.

Hz. Peygamber, “Onu geri gönder istersen!” dedi.

Hz. Âişe olayın devamını şöyle anlatır:

“Onu geri göndermedim.

Doğrusu, böyle bir döşeğin benim evimde bulunması çok hoşuma gitmişti."

Kendi hayatında ihtiyaçlar ve ihtiraslar ayrımını çok iyi yapmış olan Allah Resulü, bu uyarısını eşine üç defa tekrarlamıştır. Eşyanın bir amaç değil, araç olmasını önemsemiştir. Çünkü eşyalara sahip olma tutkusunun bir sonraki adımı eşyaların insanlara sahip olup, peşinden sürüklemesidir. Hz. Peygamber kendisini rehavete sevk edip önemli işlerinden ve ibadetlerinden alıkoyacak eşyaları kullanmazdı.

Ancak, kendisi kişisel bir tercih olarak rahat bir yatak istememekle beraber, ashâbına böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Çünkü her insanın dünya ve içindekilerle münasebeti özeldir. Dinler yaşama dair önemli prensipler getirmekle birlikte yaşam tarzını tek tipleştirmez. Esnekliği, estetikliği, özgünlüğü, rahatlığı ve kolaylığı da önemser. Yaşam tarzını imkanlara ve zevke göre düzenlemeyi herkesin en doğal hakkı olarak görür. Bununla birlikte, yaşadığı dönemin maddî şartlarını da dikkate alan Hz. Peygamber, eşya kullanımında abartıya, kibre, gösterişe ve israfa kaçılmamasını istemiştir.

      Anlatıldığına göre, mütevazı bir mahallede yaşayan bir genç kız zengin bir aileye gelin olmuş. Sayılan ve sevilen biri imiş. Ailesini ziyarete geldiğinde şoföründen mahalleye girmeden kendisini bırakmasını istermiş.

Kalan yolu yürümekle hem mahallesine hem de kendisine yabancılaşmanın önüne geçmek istermiş.

Maddi veya manevi özelliklerimizi bir "varlık gösterisine" dönüştürmeden hayatımıza katmak, peygamber sünneti ve Müslüman inceliğidir. Hele de namaz, zikir, sadaka vb. manevi özelliklerimizi göstererek toplumda itibar kazanmak, bu yolla var olmaya çalışmak İslam ahlakıyla bağdaşmaz.

Sahabeden Ebû Musa el-Eş’arî anlatır: “Allah Resulü ile birlikte bulunduğumuz bir seferde, tepelere çıktıkça, derelere indikçe yüksek sesle tekbir (Allahü Ekber) ve tehlil (La İlahe illallah) getirirdik. Bunun üzerine Allah Resulü bizi şöyle uyarmıştı:

'Ey İnsanlar! Kendinizi yormayınız (sessiz olunuz). Çünkü sizler sağır ve uzaktaki birine değil, her an sizinle olan, her şeyi duyan Allah’a dua ediyorsunuz". Allah Resulü, her konuda aşırılıktan sakınmış ve sergilediği mütevazı hayatıyla ashâbına örnek olmuştur.

Nitekim misafirliğe gittikleri yerlerde, bazen altına serilen bir örtünün üzerine, bazen de verilen minder yerine toprağın üstüne oturmuştur.

Mekke'nin fethedildiği gün, kovulduğu şehre muzaffer bir kumandan edasıyla değil, devesinin üzerinde öne eğilmiş bir şekilde alçak gönüllü ve şükrederek girmiştir. Denizler kadar derin ve ihtişamlı olduğu halde kendisini yerine göre bir damla kadar hissediyordu. Çünkü O, kim olursa olsun, her insanı bir gül gibi görürdü. O gülün yapraklarına da ancak bir çiğ damlası olarak sızabilir ve ona hayat verebilirdi.

Huzûruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan kişiyi, kendi imkânlarının en zayıf olduğu döneme âit bir misâli anarak şöyle sakinleştirmiştir: “Rahat ol kardeşim! Ben bir hükümdar değilim. Güneşte kurutulmuş et yiyen, fakir bir kadının oğluyum!..”

Bununla birlikte dinimiz fakirliği kutsamaz. "Bir lokma, bir hırka yeter," anlayışı doğru değildir. Fakirlik Kur’an-ı Kerim'de ya bir cezadır ya da bir imtihan vesilesidir. Eğer bir ceza ise boş vermişliğin, tembelliğin, beceriksizliğin veya cesaretsizliğin bir cezasıdır. Yok eğer gereken her şey yapıldığı halde bir imtihan vesilesi olarak fakirlik başa gelmişse, tıpkı zenginlikte olduğu gibi geçici olduğu bilinmeli, iman ve ahlakı bozmadan bu durumdan kurtulmaya gayret etmelidir. İslam inancında mal, mülk kötülenmez. “Allah’ın nimeti müminin üzerinde ne güzel durur”, hadis-i şerifi kötülüğün malda mülkte değil, ihtiraslı bakışlarda olduğunu bize gösterir. Zira, mal ve mülk edinme gayreti kötü görüldüğü takdirde toplumlar gelişemeyecektir. Fakir İnsanlardan oluşan toplumlar, gelişmiş ve müreffeh toplumlardan geri kalacak hatta onlara muhtaç duruma düşeceklerdir. Oysa ki Müslüman toplumlara yakışan güçlü ve onurlu bir duruş sergilemektir. Şu anki İslam dünyasının içerisinde bulunduğu durum ne yazık ki bu duruştan uzaktır.

     Köklü bir devlet geleneğine sahip Müslüman Türk devletleri güçlü ve adaletli yapılarıyla hem insanlığa hem de İslamiyet’e büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. “İki Yahudi bir araya gelir şirket kurar, iki Türk bir araya gelir devlet kurar” sözü, tarihin nice zaferlere şahitlik ettiğini gösterir. Şu da bir gerçektir ki, insanın değerli olduğu yerde ancak devletler yükselir. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye şu nasihati, bize yüce bir değeri hatırlatır: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” Şeyh Edebali’nin işaret ettiği gibi, insanın ve insani değerlerin yüceltilmediği, kişisel menfaatin ve metaya sahip olmanın yüceltildiği toplumlar, içten içe çürümeye mahkumdur.

Dünya yüzünde kendi sistemini ve oyununu kuramayan milletler, başka milletlerin kendilerine kurduklarını vehmettikleri oyunları anlamakla ve çözmekle oyalanırlar. Kendi eksiklerini görmek yerine “dış mihraklar”ı işaret ederek sorumluluktan kaçarlar. Zira insanın kötüyü içine alması, eksiğini kabul etmesi çok zordur. Acı vericidir. Bu acıya katlanabilen toplumlar ancak gelişebilir.

Bilge kral lakaplı Bosna lideri Aliya İzzetbegoviç’in İslam Dünyası için yaptığı şu tespitler oldukça yerindedir:

“Müslümanların hızla artan büyük nüfusuyla övünmemiz, bana şişmanlığıyla övünen ve aldığı yeni kilolardan haz duyan bir adamı hatırlatıyor. Ruhumuza, aklımıza ve başarılarımıza vurgu yapmaya ne zaman başlayacağız? Küçük ve kırılgan bir insanda bile insanlığa katkıda bulunabilecek büyük bir ruh bulunabilir. Gücümüz, bilimimiz, edebiyatımız nerede? Nerede buluşlarımız ve küllî iyiliğe katkılarımız?”

Hem de Kur’an-ı Kerim bize hayırda yarışmamızı emrediyorken... (Bakara suresi, 148)

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?