Yalanla Avunmaktansa, Gerçekle Ağlamak Daha İyidir...

Yalanla Avunmaktansa, Gerçekle Ağlamak Daha İyidir...
10-06-2023

 Yüksekçe bir kayanın tepesine çıkıp boşluğa bakan birinde ilk uyanan his geri çekilmedir. Geri çekilme aynı zamanda boşluğu/yokluğu mahkûm etmektir. İnsanın geri çekilme hissi, uçurumun/boşluğun insan doğasına aykırılığını gösterir. Mesele, bu boşluğu mahkûm eden insanın onu nasıl dolduracağıdır. (Nietzsche)

Düşünen her insan değerli ve anlamlı bir hayat yaşamak ister veya yaşadıklarında bir anlam bulmak ister. Bazı şeyler kendisine anlamsız geliyorsa, o anlamı kendisi oluşturmak ister. İnsanın bütün bu gayreti, değersizliği, yokluğu ve boşluğu mahkûm edip varlığını gerçekleştirme arzusu içindir. "Acaba Yaratıcı beni var etmekle neyi hedefledi?" diye soran Danimarkalı düşünür Kierkegaard, kelimelere dökemediğimiz hislerimize tercüman olur. Yalnızca hazlara erişmeye odaklanacak kadar sığ bir zaman dilimi için yaratılmış olamayız. "E ben böyle mutluyum" diyen insana da bir diyeceğimiz yok tabi ama, bir kuşa veya bir ağaca da sorsak (sorma imkânı olmasa da), onlar da, "e ben böyle mutluyum, yaşayıp gidiyorum işte," diyecektir. Ne var ki insan, böyle bir varlık değildir. Sığ yaşamlar sığmaz. Öyle ki, bir bilgi, bir dava veya bir amaç, sıkıntı verse de insan ona talip olur. Çünkü, boşluk veya değersizlik duygusuyla baş etmek çok daha zor bir iştir. İçimizdeki hiçbir duygu boş yere yaratılmadığına göre o boşluk duygusu da bizi iyi bir yere götürebilir. Konuyla ilgili olarak, Mevlâna’nın şu öğüdüne kulak verebiliriz:

"Varlık elde etmek için yokluk gerek. Mimar, ev yapmak için boş arsa arar. Marangoz, ahşap işi yapmak için ham tahta arar. Yokluğa dikkat et. Onda çok hikmetler var."

Muhammed Ali, Müslüman olmadan önce ciddi bir sıkıntı ve boşluk içine düştüğünü, nihayet İslâm'ın kendisini bu boşluk duygusundan kurtardığını ifade etmiştir.

Filozoflar dünyayı çeşitli şekillerde yorumlamışlardır. Oysa sorun dünyayı yorumlamakta değil, onu değiştirmektedir. Başta peygamberler olmak üzere ömrünü dünyayı değiştirmeye ve anlam/değer algısını geliştirmeye adamış nice kahramanlar vardır. Onlar, insanın, otundan başka derdi olmayan bir koyundan çok daha ileri bir anlam/değer dünyasının olduğunu erken yaşlarda fark edip dünyanın seyrini değiştirmişlerdir. Sığ yaşamlara sığmayan Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul için yazdığı şu dizeler muhteşemdir:

“Sana yanmayan yıldızı semalarda istemem.

Seni göremediğim vahalar bedevilerin olsun.

Ben senin çölünü isterim.

Yoksa, gül yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem.

İstanbul’u istemem.”

Şüphesiz herkes Fatih ve benzerleri gibi olamaz. Zaten, herkes sahnede olursa, sahnedekileri kim seyredecek, onlara kim destek olacak? Ancak kimimiz de kayanın tepesinden boşluğa yuvarlanmak üzere değil miyiz? Hatta ve hatta bu boşluk duygusunun verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için yani kendimizi unutmak ve avutmak için yerli yersiz meşguliyetlere dalarız. Çok yemek doygunluğa, çok bilgili olmak bilgeliğe, çok fedakârlık erdemli olmaya bir işaret zannederiz. Halbuki çok şey yapınca çok yaşamış olmayız. Çok uyumak, çok çalışmak, çok okumak... Liste uzayıp gidebilir. “Çok”, aslında bir yoksunluk ifadesidir. Çok eğlence, çok moda takibi vb. şeylere takılıp gitmemizin bir sebebi de kendimizle baş başa kalmanın zorluğundan kaçmaktır. İsmet Özel’in konuyla ilgili şu değerlendirmesi yerindedir:

“Günlük konuşmalarını otomobillerin veya güneş gözlüklerinin markalarına hasreden insanlara yetişkin denilemez. Onları oyuncakla kandırmak kolaylaşmıştır çünkü.” Modern çağda bir milleti ele geçirmek için yaşadıkları maddî coğrafyayı işgal etmek şart değildir. Manevî coğrafyayı ele geçirmek yani; işte hakikî işgal budur. Yıllardır dizi, kadın kuşağı, moda programlarıyla manevi coğrafyamız işgal edildi. Şiddet, sadakatsizlik, çıkarcılık, lüks hayat düşkünlüğü gibi konular normalleştirildi hatta özendirildi. Kötülüğe meyilli insanların içinde uyuyan şeytan uyandırıldı. Yetmedi, geleceği bilebileceğini ve bir dokunuşla bütün sorunları (hastalık, fakirlik, ailedeki huzursuzluk vb.) çözebileceğini(!) iddia eden modern üfürükçüler ekranlarda ağırlandı. Dini kavramları bile üfürdüklerinin içine katarak, din dışı ve mantık dışı saçmalıkları bilgisiz ve çaresiz insanları sömürmek için kullandılar. Karışık ve sahte bilgilerle hakikat algımız tarumar edildi. Bir boşluğu kapatalım derken başka boşluklara yuvarlanıp durduk. Bu milletin manevi coğrafyasını işgal edenlere karşı neler yapabileceğimizi, kendimizi ve neslimizi nasıl koruyabileceğimizi düşünmenin zamanı geldi de geçiyor bile...

Kendi hayatımızı yönetme konusunda zayıf düştüğümüz zamanlarda, yönetim işini başkalarına havale ederek bir nevi sorumluluktan kaçarız. Falcı, büyücü, gayb bilici gibi bin bir çeşit hurafe satan dükkân sahiplerine umut bağlarız. Şu yaşadıklarımızı tanımlasın, geleceğimizi bilsin de bizi yönlendirsin isteriz. Risk almadan, acı çekmeden yaşayıp gitme arzusu, kolaycı ve cesaretsiz olduğumuz dönemlerde daha çok yoğunlaşır. Ancak, başkalarının bize biçtiği sahte hayatlar hayat olamaz. Olsa bile bizi yansıtmaz. Acı da olsa kendi seçimlerimizden doğan gerçek bir hayat yaşamak lazımdır, bir yalan değil...

"Artık, hayattan hiçbir şey beklemiyorum", diyen insanlar da vardır. Uykuyla geçmeyecek kadar yorgun düşmüşlerdir. Yıldızlara hatta yıldızlardan daha da yukarıya yükselenler(?) dahi onlara şifa olmamıştır. Çünkü, Yaratıcıya yükseltmeyen hiçbir şey şifa olamaz. Tevhid inancının tek öz olduğunu kavrayıncaya ve gerçek huzura ulaşıncaya kadar orada burada oyuncak huzurcuklarla avunup duran, yorgun düşen ve hayattan artık bir şey beklemiyorum diyen insanlara şunu sormalı: "Ya hayatın sizden beklediği şeyler varsa?" Hayattan alacaklı gibi davranırız da hayata karşı borçlarımız olduğunu unuturuz. Dinlenmenin yolu, sorunlarımızla gerçek dışı yollarla değil, gerçeğe uygun yollarla mücadele edip yorulmaktan geçer.

İnşirah suresi 7.ayette emredildiği gibi:

"Öyleyse, bir işi bitirince diğerine koyul."

Yorgunluğumuza değecek bir hayat duasıyla...

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?