Ölümse Başına Gelen, Gülümse Ötelerden…

Ölümse Başına Gelen, Gülümse Ötelerden…
03-07-2023

Hayat kendini yenilemek durumundadır. Doğum gibi ölüm de evrensel düzenin

bir parçasıdır. "Her canlı ölümü tadacaktır" (Enbiya suresi, 35) ayeti kerimesi bu gerçeği ifade eder. İnsan söz konusu olduğunda ölüm, iyi yaşanmış bir hayatın başına konan taçtır, derler.

Mesele iyi yaşamakta... Yaş almakla, yaşamak birbiriyle aynı anlama gelmiyor şüphesiz.

(Engin Geçtan) Eskiden beri cenaze törenlerinde anlatılan bir hikâye vardır. Şöyle ki: Bir grup insan sahilde durmuş, denize açılan bir geminin ardından el sallıyordu. Gemi, yalnızca yelken direği görünene kadar uzaklaşmıştı. Sonra direk de gözden kayboldu. Seyredenler, "gitti" diye mırıldandı. Tam o sırada, uzaklarda bir yerde, başka bir grup insan, gözleriyle ufku tarıyor ve direğin giderek yükseldiğini görüyordu. "işte geldi" diyordu. Kıssadan hisse almak gerekirse her ölüm, başka bir hayata doğumdur.

Sevgi ortamı içinde büyüyen çocukların aileden daha kolay koptukları bilinen bir gerçektir.

Doğal kopuş hiç incitmez, bazen fark edilmez bile. Aynı durum ölüm gerçeği için de geçerlidir. Yaşanması gerektiği kadar yaşanır, ölünür, taziye çadırları kurulur, gözyaşları içeriye değil dışarıya akıtılır ve acı, yavaş yavaş miadını doldurur.

Sevdiğini kaybeden kişilerdeki yas süresi, ilişkilerinin kalitesine göre değişir. Çatışmalı ilişkilerde ölümün geride bıraktığı acı ve hasret çok büyük olur. Kayıp yaşayanın yası ve acısı uzun sürer. Yalnızca ölen için değildir yas. Kendileri, pişmanlıkları ve boşa geçen yılları için de yas tutarlar. Söylenmesi gerektiği halde söylenmemiş olanlar için de yas tutarlar. "Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın", (Tirmizi, 2307) buyuran Hz. Peygamberin bu tavsiyesini dikkate almak, pişmanlıkları en aza indirecektir. Sağlıklı ve huzurlu ilişkilerde ölümün geride bıraktığı acı ve hasret ise zamanla başka duygulara evrilir. Paylaşılan her an için Allah'a şükran ve saygı duyulur. Ölen kişinin ikinci hayatının birinci hayatından çok daha güzel olması için dualar edilir. Dua, ölüye fayda sağladığı gibi, diriye de fayda sağlar. Acı veren duygu ve düşünceler dua ile sağaltılır. Ölen kişiyle bağlılığa dayalı birlikteliğin vermiş olduğu doyum, gurur ve memnuniyet gibi duygular bir süre sonra acının önüne geçerek ölümsüzleşir. Çünkü sevdiğini söylemek için ölüm beklenmemiştir. İki kapılı bir handa olmanın bilinciyle yaşanmıştır.

Ölüm gerçeği bizi bir yandan kaygılandırsa da diğer yandan korur ve geliştirir. Hayatı dolu dolu ve anlamlı yaşamaya sevk eder. Ölüm gerçeğini hissetmeden hayatın değerini bilmek mümkün değildir. Bunun için eskiden bazı bilge kişiler, odalarında kafatası bulundurmuş. Fransız düşünür Montaigne, bu nedenle mezarlığa bakan bir yerde yaşamayı tavsiye edermiş. Bizim kültürümüzde de kefenin sandıkta hazırda bulundurulması, vedalaşırken helalleşilmesi, hayatla ölüm arasındaki çizginin oldukça belirsiz olduğunu kavramanın bir tezahürüdür.

 

Modern dünya ise ölümü kaçıp kurtulunması gereken, mümkün olduğunca düşünülmemesi gereken bir olgu olarak kabul eder. Ölüm kaygısını bastırmak için insana hiçbir işe yaramayan türlü metodlar önerir. Hız ve haz tutkusu bu kaygıyı bastırmanın metodlarından biridir. Oysaki bir miktar kaygı, bize insanlık yollarını daha da genişletecektir. Bazı modern bilimcilerin de ölüm kaygısına yaklaşım biçimi oldukça sorunludur. İnsan, doğumdan önceki hayatı için nasıl endişelenmiyorsa ölümden sonraki hayatı için de endişelenmemelidir. Olmayan bir hayat için endişelenmek yersizdir, diye düşünürler. Bazılarına göre de ölümden sonrası belirsizdir. Ancak, belirsizlik son derece ürkütücüdür. Başta İslamiyet olmak üzere bütün dinler ölüm ve ötesini açıklayarak insanı rahatlatmış ve ona bir amaç belirleyerek hayatını anlamlı hale getirmiştir.

İnsan, ilkin bedenleşmeden önce elest bezminde yani ruhlar aleminde Allah tarafından muhatap alınmıştır. Ardından ruhuna beden giydirilerek dünyaya gönderilmiş, peygamberleri aracılığı ile ikinci kez muhatap alınmıştır. Öldükten sonra da ahirette yeniden muhatap alınacaktır.

Ölümden sonrasını yokluk, hiçlik veya belirsizlik şeklinde tanımlayan yaklaşımlar insanın ölüm kaygısını azalmaktan ziyade artırmaya yarar. İnsanı öncesinden ve sonrasından kopartıp yalnızca bu dünyaya hapseden sığ bir bakış açısıyla değerlendirmek, esasında insanı ve hayatı değersizleştirmektir. Necip Fazıl Kısakürek'in şu dizeleri bu gerçeği ifade eder:

"Alemin             küfre             göre             hem             başı             hem             sonu                            hiç

İki hiç arasında varlık olur mu hiç?"

Yusufçuk kuşu (helikopter böceği) suyun içinde lavra (kurtçuk) olarak doğar. Orada büyür. Sonra suyun içindeki bitkilere tutunarak su yüzeyine çıkar ve başka bir varlık olarak karada yoluna devam eder. Su içinde lavra olarak bulunduğu bütün süreç, onun yusufçuk olarak gerçek varlığını kazanma sürecidir. Suyun yüzüne çıktığında arkada kalan lavralar, onun yukarı çıkışını bir ölüm olarak görürler. Tıpkı bizim ölülerimizi gördüğümüz gibi. Yusufçuk olarak suyun yüzüne çıkış, lavra halinden kurtuluştur. Bir sürecin sona erişidir. Gerçek yaşama atılan bir adımdır. Buna göre yusufçuk, zaten var olan değil olmakta olan bir varlıktır. İnsan da benzer şekilde, gerçek benliğine doğru giden bir ilerleme içerisindedir. Buna göre ölen bir insan, hala Allah'ın yaratma eyleminin etkisi altındadır. 

Bir yaratıcı fikrini kabul etmemek, dolayısıyla da ölümden sonraki bir hayata inanmamak, her şeyi bilimin sınırlı parametreleriyle açıklamaya çalışmak, bilimin tanrılaştırılması           demektir.

Varlığın yalnızca görünen kısmını kabul edip görünmeyen kısmını yok saymak hakikatin uzağına düşmektir. Sütün içindeki yağı, beyindeki aklı görmediğimiz halde var kabul ediyorsak, ölüm kışından sonra da diriliş baharını kabul etmek durumundayız. İnsanı yalnızca dünyaya sıkıştıranların ölümle ilgili bir diğer yanlış bakış açısı da şöyledir:

İnsan hayatında karşılaştığı tehlikeli durumlarda her an ölümle burun buruna gelir. Bu da kendisinde ciddi bir ölüm kaygısı oluşturur. Bu kaygıdan kurtulmak için kendi içerisinde yüceleştirdiği sanal bir güce sığınma ihtiyacı hisseder. O güce tanrı adını verir. Yani özetle "Tanrı insanı yaratmadı, insan tanrıyı yarattı", derler. Bu görüşler yanlış ve tutarsızdır. Çünkü insanın Yaratıcı ile ilişkisi yalnızca kaygılı ve korkulu durumlarla sınırlı değildir. İnsan, bir lütuf, nimet veya bir doğa harikası karşısında da varlığın kökenini bulmak ve Yaratıcısıyla temas kurmak ister. Saygı ve hayranlık hislerini O'na iletmek ister. Şu ayeti kerime insanın kâinattaki muhteşem eserlerini düşünmeden yapamayacağını çok güzel bir şekilde ifade eder: "Allah gökten su indirir de onunla ölmüş, koruyup katılaşmış yeryüzünü diriltir. Elbette bunda gerçeğe kulak verecek bir toplum için açık bir işaret ve mühim bir ders vardır." (Enbiya suresi, 65) Kâinatı tasarlayan ölümü ve hayatı yaratan bir Yaratıcının varlığı her şart ve durumda kendini açık eder. İlâhî âlemle ilgili meselelerde toplumun, özellikle gençlerin bu ve benzeri yanlış fikirlerle yanıltıldıkları bilinen bir gerçektir. Hayatın yalnızca bir yüzünü görmek, Allah'ın muhteşem eserlerini basit tesadüflerle açıklamaya çalışmak, bugün bulduğunu bugün tüketmek, köklerinden ve değerlerinden koparak kendine ve toplumuna yabancılaşmak, insana kimliksizlik ve boşluk hissinden başka bir şey vermeyecektir. Nurettin Topçu, "her Anadolu çocuğu, yaşları 30-40 olsa da 900 yıllık bir birikimle yeniden düşünmeli ve hayata tatbiki hususunda çaba sarf etmelidir", der.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?