
Tarih, bazen sadece savaşları değil; unutulanları, bastırılanları ve susturulanları da yazar. İnsanlar göç eder, ülkeler değişir, rejimler gelir geçer. Ama bazı acılar vardır ki, yıllar geçse de, dillendirilmedikçe büyür, kemikleşir. Tarihin tozlu sayfalarında yer alan ama hâlâ dinmeyen bir acı: Ahıska Türkleri’nin yok sayılan kimliği, sürgünü ve sessiz soykırımı. 14 Kasım 1944’te başlayan bu trajedi, yalnızca bir milletin yerinden edilmesi değil; köklerinin, kimliğinin, hafızasının, vatanının imha edilmesi ve daha kötüsü, tüm bunların yok sayılmasıdır.
14 Kasım 1944 tarihinde, bir gecede vatanlarından sökülüp atılan 115 bin vatan evlâdının yaşadığı dram, hâlâ hak ettiği yeri bulamamış bir insanlık yarasıdır. Bugün bile çözülememiş ve yarım bırakılmış bir adalet sorunu olarak önümüzde duruyor. Ahıska Türkleri’nin hikâyesi de işte tam olarak böyle bir tarihtir: bastırılmış, sürgün edilmiş, unutturulmak istenmiş bir halkın hikâyesi.
Günümüzde Latin harfli Türkçede “Ahıska” olarak yazılan yer adı, “yeni kale” anlamındaki Gürcüce Aĥaltsiĥe’den (ახალციხე) gelir. 1595 tarihli Defter-i Mufassal-i Vilayet-i Gürcistan adlı Osmanlı kayıtlarında ise bu şehir Aĥısĥa (آخسخه) biçiminde geçer ve tam adı Rabat-ı Kala-ı Aĥısĥa olarak anılır. Aslında Ahıska tarihi bölgenin merkeziydi. Osmanlı’da bu topraklar Çıldır Beylerbeyliği olarak Batum, Artvin, Ardahan, Ahıska ve Ahalfelek’i içine alan geniş bir idari ve kültürel bölgedir.
Osmanlı Devleti, Güney Kafkasya’ya yönelik hâkimiyet stratejisini ve Batı Gürcistan’daki melik olarak adlandırılan küçük krallıklarla olan ilişkilerini büyük ölçüde Çıldır Eyaleti üzerinden yürütüyordu. Bu beylerbeylik yalnızca bir idarî merkez değil, aynı zamanda Osmanlı'nın Kafkasya siyasetinin bel kemiğiydi. Çıldır Eyaleti idarecileri; Dadyan, Açıkbaş (İmereti), Güril ve Abhaz gibi Batı Gürcistan’da bulunan meliklikler arasında çıkan çatışmaları önlemek, sınır meselelerini çözmek, bölge yöneticilerini tayin etmek ve vergi toplamakla görevliydi. Yani bu eyalet, hem siyasî dengeyi koruyan hem de merkezî otoritenin Kafkasya’daki uzantısı olarak kritik bir rol üstlenmişti."
Çıldır toprakları tarih boyunca farklı imparatorlukların sınırları içinde kalmış, kültürel olarak Gürcü, Ermeni ve Oğuz-Türkmen ve de Kıpçak Türk mirasının kesişim noktası olmuştur. Bölge, yüzyıllar boyunca farklı medeniyetlerin, kavimlerin, dinlerin iç içe yaşadığı bir yurt olmuş. Ancak Ahıska Türkleri için bu topraklar sadece bir coğrafya değil, bir kimliğin, bir aidiyetin ve bir belleğin adıydı, zira onlar, Çıldır’ın Rus işgaliyle beraber anavatandan ayrı kalmak zorunda kalan vatan evlâtlarıydı.
1068 yılında Sultan Alparslan’ın bölgeyi fethetmesinden sonra Oğuz-Türkmen boyları yerleşmiş; 1118 yılında Gürcü Kralı II. David’in davetiyle Müslüman Selçuklu Türkleri’ne karşı savaştırılmak için eski inançlara mensup Kıpçak (Kuman) Türkleri bölgeye göç etmiştir. Azak Denizi, Doğusu ve Kafkasların kuzeyinden gelen 45 bin Kıpçak Türk'ünü Ahıska, Artvin, Yusufeli, Ardanuç, Şavşat, Ardahan, Tortum, Oltu, Narman, Şenkaya ve civarına yerleştirilmiştir. Bu göçler, bölgenin etnik ve kültürel yapısını belirlemiştir. 13. yüzyılda Kıpçakların bir kısmı Gürcü etkisiyle Hristiyanlaştı. Ancak Osmanlı hâkimiyetiyle birlikte, zamanla büyük çoğunluğu Müslüman Türk kimliğini benimsedi. Bu yerleşimler Ahıska’nın demografik yapısını kalıcı olarak etkilemiştir. 1267’de Cak Kalesi merkezli bir Hristiyan Atabeylik kurulmuş, fakat Akkoyunlular döneminde yeniden yoğun Türkmen yerleşimi yaşanmıştır.
Ahıska Türkleri’nin kökenleri, Oğuz-Türkmen göçlerine, Kıpçak yerleşimlerine ve daha sonra Akkoyunlu ve Osmanlı'nın bölgeyi idaresi altına almasına kadar uzanır. 16. yüzyılda Osmanlı'nın bölgeyi fethetmesiyle birlikte, Ahıska bir Türk-İslâm kültür merkezine dönüşmüş, medreseleri, camileri, pazarlarıyla canlı bir şehir olmuştur. 18. yüzyılda inşa edilen Ahmediye Câmii ve külliyesi bu zenginliğin bir nişanesiydi. Ancak 1828’de Rusların bölgeyi işgali ile bu huzur bozuldu.
1508’de yerel beylerden Mirza Çabuk’un önderliğinde Çaldıran Seferi’ne destek vermesiyle Atabeylik (Çıldır) toprakları ve Batı Gürcistan Osmanlı hâkimiyeti ile tanışmış, Safeviler ve Hristiyan Gürcü melikleri ile 70 senelik mücadele sonunda, 1578 yılında ise merkezi Ahıska olan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum’u da içine alan Çıldır Eyaleti kurulmuştur. Bu dönemde Osmanlı idaresi beylerbeylik görevi için, Hristiyan kökenli Cakeli ailesinden gelen yerel atabeylerden seçerek halkla yönetim arasında denge sağlamıştır. İlk beylerbeyi Cakeli (Menûçihr) Mustafa Paşa’dır. Bu soylu ailenin İslâm’ı kabul etmesiyle, Müslümanlık merkezi Ahıska olan tarihî Atabeylik toprakları Çıldır eyaletinde hızla yayıldı, bugün Türkiye’de Müslüman Gürcü (Çveneburi), Laz (Mohti) ve Ahıska Türkleri (Yerli) olarak bildiğimiz insanların ataları İslâm’ı kabul ederek Osmanlı Türk tarihinde ve bugün Müslüman Türk Milleti içinde yerlerini almıştır.
Bugün Gürcistan topraklarında kalan Ahıska, Osmanlı için yalnızca bir kale değil, aynı zamanda Doğu Anadolu ile Kafkaslar arasında stratejik bir geçiş noktasıydı. 1625’te IV. Murad döneminde Osmanlı hâkimiyeti kesinleşmiş, bölge Osmanlı idaresine bağlı yerel beylerbeyler tarafından yönetilmiştir.
Tarihî Çıldır Eyaleti’nin en önemli eserlerinden biri olan Doğubeyazıt’taki İshak Paşa Sarayı’dır. Çıldır beylerbeylerinden Çolak Abdi Paşa tarafından inşasına 1685 yılında başlanılan saray, aynı soydan gelen Küçük İshak Paşa zamanında 1784'te ancak 99 yılda tamamlanabilmiştir. Saray Ahıskalı ustaların bir şaheseri konumundadır.
1828 yılında Rusların Ahıska’yı işgali, bölge için bir dönüm noktası oldu. 18. yüzyılda inşa edilen Ahmediye Câmii, medresesi, külliyesi ve sebilleriyle birlikte Ahıska’nın en önemli İslâmî yapılarındandı. Ancak 1828’de Rus işgaliyle cami tarafından tahrip edilerek kiliseye çevrildi. Caminin minaresi yıkıldı, zengin kütüphanesi yağmalandı ve birçok nadir eser Rusya’nın o zamanki payitahtı olan Petersburg’a taşındı. Şehir halkı, işgale karşı direniş gösterdi ancak ağır bedeller ödedi. 400’e yakın insan bir camide yakılarak öldürüldü, kaleye sığınanların tamamı ise katledildi. Bu, sadece bir işgal değil, bilinçli bir hafıza silme operasyonuydu.
1828 yılında imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Azerbaycan’da başlayan Rus işgali, 1829 Edirne Antlaşması ile Ahıska’nın kaderini tamamen değiştirdi. Artık bölge, Çarlık Rusya’sının doğrudan idaresindeydi. Osmanlı ile bağları kesilen Ahıska halkı, özellikle dinî ve kültürel baskılarla karşı karşıya kaldı. Ahıskalılar, 1853–1856 Kırım Savaşı sırasında Osmanlı ordusuna yardım ettikleri için Ruslar tarafından baskıya uğradılar, binlerce kişi Erzurum’a göç etti.
19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde Ahıska’da Türkler, Hristiyan Gürcüler ve Ermeniler bir arada yaşıyordu. Ancak bu kozmopolit yapı, Sovyetler Birliği’nin totaliter politikalarıyla parçalanmaya başladı. Hristiyan Gürcü kökenli olan Stalin döneminde Ahıska Türklerine yönelik sistematik baskılar, kimliklerine müdahale, eğitim ve din özgürlüklerinin engellenmesi gibi uygulamalarla devam etti.
1918’de Osmanlı’nın desteğiyle Kars merkezli kurulan Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi (Güneybatı Kafkas Hükümeti) kısa ömürlü olsa da, Ahıska ve çevresinin bağımsızlık arayışında önemli bir adım olmuştu. Ancak 1919’da İngilizlerin baskısıyla bu hükümet dağıtıldı ve bölge yeniden Gürcistan’a bağlandı. Kurtuluş Savaşı’nda Kâzım Karabekir Paşa tarafından Kars, Ardahan ve Artvin kurtarılırken, 1921 Moskova ve Kars Antlaşmaları ile Ahıska resmen Sovyetler Birliği’ne bağlı Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bırakıldı.
Sovyetler Birliği döneminde Ahıska Türkleri, diğer etnik gruplara tanınan kültürel haklardan ve özerklikten mahrum bırakıldı. Türk dili ve kültürü Rus ve Gürcü baskısı altında ezildi ve İslâm dinine baskılar dayanılmaz hâl aldı. Sovyet rejiminin başlarında Gürcü resmî belgelerinde Ahıska Türkleri “Gürcü Müslüman” veya “Sünnî Gürcü” olarak kaydedildi. Bu etnik manipülasyon, kimliksizleştirme politikasının bir parçasıydı.
Daha sonra “Türk” ismi Sovyetler genelinde yasaklanırken, Ahıskalılar hariç tutuldu. Ahıska Türkleri’ne komşu olarak doğuda Gürcistan’ın Borçalı (Margauli) ilinde Azerbaycan Türkleri var iken, Sovyetler’de Türk adı yasaklanınca Türk adını kullanma hakkı sadece Ahıska Türkleri’ne verildi. Bunun sebebi ise siyasî bir manipülasyondu: Gürcistan’daki rejim, Ahıska Türkleri’ni “Türkleşmiş Hristiyan Gürcüler” olarak göstermeye çalışıyordu. Bu propaganda, hem halkın kimliğini silmeyi hem de dönüş taleplerini itibarsızlaştırmayı amaçlıyordu.
Fakat Gürcistan’da Ahıska Türkleri’nin Gürcülüğü propagandası geliştirildi ve maalesef hâlen Gürcistan’da yaygın bir görüş. Tiflis İlinin 1870 tarihli nüfus tasvirinde ve 1886’daki Maverâ-yı-Kafkas (Trans-Kafkasya) sayımlarında Ahıska Türkleri Rus işgalciler tarafından “Sünnî Gürcü” ya da “Gürcü Müslüman” olarak kaydedildi. “Müslüman” kelimesi Gürcülerde “yabancı” ya da “düşman” anlamında “Tatrevi” (Tatar) ile eş anlamlı kullanılmaktaydı. Böylece Ahıskalıların etnik kimliği sistematik biçimde belirsizleştirilmeye çalışıldı. Bu şekilde bir halkın tarihî kökleri inkar edildi. Gürcistan’ın resmi belgelerinde Ahıskalılar “Türkleşmiş Gürcüler” olarak gösterildi. Gürcü olmayı kabul edenlerin dönüşüne izin verileceği söylendi. Bu propaganda sadece geçmişi değil, geleceği de rehin aldı. Aynı zamanda Sovyet Rusyası’nın işlediği korkunç soykırıma Gürcistan’ın da ortak olduğunun tescilidir.
Halbuki Ahıska Türk toplumu aynı Anadolu ve Rumeli’de olduğu gibi göçer yerli olarak ikili bir yaşam tarzı şeklinde oluşmuştur. Tarihî Çıldır bölgesinde köy ve kasabalarda yaşayan Türkler kendilerine ‘Yerli’ demiş, göçebe olarak yaşayanlar Karapapak veya Terekeme (Türkmenler) olarak adlandırmıştır. Batı Anadolu’daki Manav-Yörük ayrımı gibi, bu bölgede de yerli-göçer ikiliği uzun süre sosyal yapıyı şekillendirmiştir.
Asif Hacılı (Bakü, 1992) bitmeyen sürgünde vatan hasretini şöyle dile getiriyor:
Garibem bu vetende
Garip kuşlar ötende
Gövlüm gögerçin oldi
Durmiyer yad vâetende.