Taşkent: Türkistan’ın Can Damarı

Taşkent: Türkistan’ın Can Damarı
13-12-2025

Semerkand’ın mavi kubbelerinden ayrılırken, güneşin altın ışıkları çinilerin üzerinde parlıyordu. Demiryolunun ritmik gürültüsü eşliğinde, yolculuğumun hedefi olan Taşkent’in modern sokaklarına doğru ilerledim. Bu yolculuk sadece fizikî bir mesafe kat etmek değildi. Aynı zamanda tarihin katmanlarını aşarak kadim Türkistan’ın kalbinin nasıl attığını yeniden hissetme arayışıydı.

Eski adıyla Şaş ya da Çaç olarak bilinen bu şehir, Karahanlıların gelişiyle, Çaç adının Türkçedeki karşılığı olan ‘taş’ üzerinden “Taşkent”, yani “Taş Şehir” adını almıştı. Bu isim, yalnızca kelimenin anlamı değil, kadim bir yerleşimin sağlam karakterini ve tarihî ağırlığını hâlâ taşıyan bir simge hâline gelmişti. Asırlar boyunca İpek Yolu kervanlarının uğradığı bu belde, stratejik konumu sayesinde hem ticaretin hem de kültürel etkileşimin merkezi olmuştu. Doğu ve batının buluştuğu noktada, tarihî bir köprü görevi görüyordu.

Taşkent, sadece bölgenin en büyük şehirlerinden biri değil; aynı zamanda adeta bir tarih laboratuvarıdır. Sokaklarında yürürken, zamanın farklı katmanlarını görebiliriz: Kadim Türkistan’ın minareleri ve medreseleri, Sovyet dönemi mimarisinin ağır gölgeleriyle yan yana durur. Her adım, hem görkemin hem de acının izlerini taşır. 1865’te başlayan Rus işgaliyle birlikte bu topraklara karanlık bir dönem çökmüş, şehir dokusuna derin yaralar açılmıştır. Taşkent’in bazı sokaklarında dolaşırken, barutun, kanın ve zulmün yoğurduğu izleri hâlâ hissedebilir, taşların sessiz bir çığlık attığını duyabilirsiniz. O taşlar, sadece geçmişi değil; aynı zamanda direnişi, umudu ve bir milletin yılmazlığını anlatır.

Bu işgal yalnızca askerî hâkimiyet değil, aynı zamanda yeni bir yönetim düzeninin başlangıcıydı. Rus işgalinden sonra bölge, “Türkistan Eyaleti” adı altında yeniden düzenlendi. Bu idarî yapı, yönetmekten çok baskı kurmak üzerine inşa edilmişti; halkın özgürlüğü sistematik bir şekilde kısıtlanıyordu. Teşvik edilen işgalci Rus göçleriyle bölgenin kimliği adım adım değiştiriliyordu.

1917 Ekim Devrimi’nin ardından, kısa bir süre için Taşkent merkezli Türkistan Muhtar Sovyet Cumhuriyeti kurulduysa da bu özerklik, bir aldatmacaya dönüşmekten öteye gidemedi. O çalkantılı yıllarda, Türkistanlı vatanseverlerin bağımsızlık talepleri, Rus yerleşimcilerin çağrısı üzerine bölgeye intikal eden askerler tarafından kanla bastırıldı. Fakat bu baskı, özgürlük arzusunu söndüremedi; aksine, hürriyet ateşini daha da güçlendirdi.

O yıllarda, genç yiğitler “korbaşı” diye anılan liderlerin etrafında toplanmıştı. Bu korbaşılar, yalnızca silahlı mücadelenin komutanları değil, aynı zamanda milletin vakarını, direniş ruhunu ve kimliğini ayakta tutan rehberlerdi. Her biri, Türkistan’ın bağımsızlık hayalini taşırken, halkın hafızasında unutulmaz birer simge hâline gelmişti.

Taşkent, 1920’lerde Buhara ve Hive hanlıklarının da Sovyetler tarafından işgal edilmesiyle birlikte, bugünkü Özbekistan sınırları içinde şekillenen yapay cumhuriyetlerin bir parçası hâline geldi. “Özbekistan” adı 1924’te resmen ortaya çıktı ve Taşkent, bu yeni idarî yapının merkezî şehirlerinden biri oldu. Bu dönemde, şehir sadece bir idarî merkez değil, Sovyetler için bir güç ve kontrol noktasıydı. Ruslar, Taşkent’i bir bölge başkenti olarak planlamış ve buna göre geniş caddeler, ihtişamlı kamu binaları, askerî ve bürokratik yapılar inşa etmişti. Bu yapılar, Orta Asya’nın geleneksel mimarisinden ziyade, Rus taşra kentlerinin ciddi ve disiplinli havasını yansıtıyordu. General Kaufmann’ın konağı ve Knyaz Romanov Sarayı, bu dönemin hem mimarî hem de sembolik izlerini taşıyan önemli örneklerdi.

Sovyet dönemi, Taşkent’in büyümesini sadece fizikî anlamda değil, toplumsal ve kültürel boyutta da şekillendirdi. Özellikle Ali Şir Nevaî Tiyatrosu 1940’lı yılların mimarisini temsil ederken Emir Timur Meydanı’ndaki devasa Özbekistan Oteli, Sovyet brütalizminin şehir siluetine kattığı dramatik karakterin bir yansımasıydı. Meydanın ortasında at üstünde dimdik duran Timur heykeli ise, tüm bu siyasi ve kültürel karmaşanın ortasında, kadim bir gururun simgesi gibi yükseliyordu. Her bakışta, Timur’un gölgesinde geçmişle geleceğin, baskıyla direnişin, acıyla umudun yan yana durduğunu hissedebilirsiniz.

1966 yılında yaşanan büyük Taşkent depremi, şehrin tarihindeki başka bir dönüm noktasıydı. Binlerce yapı yerle bir olmuş, şehir adeta enkaz yığınına dönmüştü. Bu felâket, sadece fizikî bir yıkımı değil; aynı zamanda toplumun kolektif hafızasında derin bir travmayı temsil ediyordu. Sovyet yönetimi, deprem sonrası Taşkent’i yeniden inşa etti. Bu süreç, şehrin mimarisine modern bir çehre kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda Sovyet şehircilik anlayışının tüm ağırlığını bölgeye taşıdı. Geniş bulvarlar, düz hatlı bloklar ve anıtsal yapılar, yalnızca modernliği değil, aynı zamanda merkeziyetçi yönetim anlayışını da simgeliyordu. Taşkent’in taşlarında, hem tarihî işgallerin hem de büyük bir felâketin ve yeniden doğuşun izleri hâlâ okunabiliyor.

Şehrin geniş parklarından birinde yer alan İkinci Dünya Savaşı Anıtı ise, bu toprakların başka bir acı hafızasına işaret eder. Ağlayan anne heykeli, Sovyet döneminde milyonlarca cepheye sürülen Türk-İslâm topluluğunun trajedisini temsil eder. Kafkasya’dan Kırım’a, Dağıstan’dan Çeçenistan’a kadar pek çok halk, erkekleri cephedeyken evlerinden zorla alınmış, hayvan vagonlarına tıkılarak Türkistan bozkırlarına sürülmüştü. Kırım Tatarı, Ahıska Türkü, Kumuk Türkü, Çeçen, İnguş… Hepsi aynı yazgının kurbanı hâline gelmişti. Bu sürgünler, yalnızca bir nüfus hareketi değil; halkların hafızasında silinmez yaralar açan bir felâketti.

Taşkent’in sokaklarında dolaşırken, bu acının izleri hâlâ hissediliyor; rüzgârın uğultusunda kaybolan sesler, geçmişin çığlığını taşıyor gibiydi. Düşüncelere dalmış yürürken bir ses duydum; hafifçe yükselen bir ezgi eşliğinde Kırım Tatarlarının iç yakan ağıtını söylüyordu. Kadim toprakların acısını taşıyan bu ses, geçmişin unutulmaz yaralarını tekrar gözler önüne seriyordu:

 

Aluşta’dan esen yeller yüzüme vurdu

Balalıktan büyüdüğüm eve gözyaşım düştü

Ben bu yerde yaşayamadım, yaşlığıma doyamadım

Vatanıma hasret kaldım ey güzel Kırım

 

Her dize, Kırım’dan Türkistan’a ortak acılarını kalbime yeniden yazıyordu. Göçlerin, sürgünlerin ve ayrılıkların rüzgârı, bu topraklarda hiç dinmemişti. Bu ağıt, Taşkent’in tarihî hafızasının şahidiydi; sürgün edilenlerin, haksızlığa uğrayanların ve susturulmak istenenlerin sesi, şehirde hâlâ yankılanıyordu.

Sovyet döneminde haksız yere “pantürkist” veya “karşı-devrimci” yaftalarıyla tutuklanan, sürgüne gönderilen ve çoğu geri dönemeyen binlerce aydının acısı, şehirdeki hafızaya işlemişti. Bu acıyı unutturmamak için inşa edilen “Repressiya Kurbanları” anıt külliyesi, mavi kubbesi ve sessiz duruşuyla sadece kurban edilen âlimleri değil, susturulmak istenen milletin hafızasını da temsil ediyor. Taşlara sinmiş olan bu matem ve adalet arayışı, şehrin ruhunda hâlâ hissediliyor. Millet, zalimlerin yüzüne “yıkılmadık, yılmadık; inancımızla ve davamızla hâlâ buradayız” mesajını veriyor. Bu anıt, Taşkent’in tarihî hafızasının en sarsıcı duraklarından biri olarak, şehrin gölgesinde dimdik durmaktadır. Burada aziz şehitlermizin ruhuna Fatiha okuyup onları yâd etme fırsatı bulduk.

Ağıtın ve anıtın yankıları, Taşkent’in modern yaşamıyla birleşiyor. Şehir, geçmişin acısını unutmadan, genç nüfusun enerjisiyle geleceğe yürüyor. Yeni kurulan üniversiteler, geniş parklar ve kültürel alanlar, Taşkent’i yaşayan bir şehir hâline getiriyor. Emir Timur Meydanı’nda akşam yürüyüşü yapan aileler, kafelerde ders çalışan öğrenciler ve sanat etkinlikleri, geçmişin ağıtına karşı modern hayatın ritmini oluşturuyor.

Taşkent’in tarihî ve kültürel kimliği, sadece meydanlar ve resmi yapılarla sınırlı değil; şehrin manevî dokusu da en az fizikî izler kadar derin ve etkileyicidir. Büyük âlim Kaffal eş-Şaşî Türbesi, şehrin İslamiyet’le yoğrulmuş ruhunu yansıtan önemli bir ziyaretgâhtır. Burada, asırlardır dualar okunmuş, gönüller huzur bulmuş, toplumun manevî hafızası canlı tutulmuştur. Türbenin çevresinde yürürken, burada ferahlatıcı bir sükûnet hissedersiniz. İnsanlar sessizce dua eder, geçmişten gelen bir bağla kendi kökleriyle temas kurar; rüzgârın hafif esintisi bile buraya uğrayanların duygularını taşır.

Hazreti İmam Külliyesi, Taşkent’in manevî kalbinde adeta bir zaman köprüsü gibidir. Burada muhafaza edilen Hz. Osman’a nispet edilen mushaf, hem tarihî hem de dinî açıdan büyük bir değere sahiptir. Külliye, sadece bir ibadet mekânı değil; aynı zamanda eğitim, ilim ve kültürün de merkezi olarak hizmet vermiştir. Ziyaretçiler, burada taşın üzerinde uzanan gölge ve ışık oyunları arasında tarihî derinliği hisseder, geçmişin bilgeliğini günümüze taşır. Bu külliye, Taşkent’in sadece geçmişe değil, aynı zamanda geleceğe dair de bir mesaj taşıdığını gösterir.

Kökeldaş Medresesi ise ilmin hâlâ canlı bir nişânesidir. 1993’te ilk ziyaretimde medresenin avlusunda harabe taşlar arasında Kur’an öğrenen çocukları görmek, Sovyet döneminin yıkıcı etkisinden yeni çıkmış bir toplum için büyük bir umut timsaliydi. Ancak kısa süre sonra medresenin yeniden kapatılması, şehrin hüznü olarak içimde yer etti. Medresenin avlusundaki sessizlik, aslında şehrin derin düşüncelerini, bir şeyler anlatmak isteyen ama sesi bastırılan bir hafızayı temsil ediyordu. Taşkent’in her bir taşında, hem sessiz bir direnç hem de yeni bir başlangıç umudu gizliydi.

Taşkent’in modernleşme sürecinde metro, sadece bir ulaşım ağı olmanın ötesine geçiyor. Her durağın kendine özgü tasarımı, taş, ışık ve desenlerle kendi hikâyesini anlatıyor. “Pahtakâr (pamuk işçisi)” durağındaki pamuk motifli seramikler ve “Müstakillik Meydanı” durağındaki geometrik mozaikler, Sovyet sanatının Orta Asya’yla nasıl buluştuğunu gösteriyor. Kozmonotlar durağında ise uzay çağının estetiği ön plana çıkıyor. Metro, adeta yeraltında bir sanat galerisi gibi, hem şehri hem de geçmişi ve bugünü tasvir ediyor.

Mavi kubbeli Çârsu Çarşısı, Taşkent’in toplumsal ve kültürel kimliğinin en canlı yansımasıdır. Burada et, sucuk, sebze, kurutulmuş meyveler, baharatlar ve rengârenk dokular arasında yürürken, şehrin ritmini hissedersiniz. Kahvehanelerde çay içenlerle sohbet etmek, yalnızca sosyalleşmek değil; aynı zamanda tarihî ve kültürel hafızayı doğrudan insanlardan dinlemek demektir. Pazardaki neşeli pazarlıkların ezgisi Özbek Türkçesi’nin melodik şivesiyle bir araya gelir.

Taşkent’in kültürel zenginliği mutfağa da yansıyor. Özbek pilavı ve baklavası gibi geleneksel lezzetler, modern restoran ve kafelerde de yaşamaya devam ediyor. “Beşkazan”da devasa kazanlarda pişirilen pilav, sadece bir yemek değil; toplumsal bir ritüel, paylaşmanın ve birliğin sembolüdür. Sabahın erken saatlerinde ustaların pirinç, havuç, et ve baharat uyumunu adeta bir sanatçı titizliğiyle hazırlamaları, şehrin günlük hayatında kültürün nasıl ete kemiğe büründüğünü gösterir. Düğünlerden bayramlara, pazar günlerinden ilim meclislerine kadar her yerde insanlar, bu aş etrafında birleşir; sadece karınlarını değil, gönüllerini de doyururlar. Pilavın tadında, Taşkent’in insan sıcaklığını ve paylaşma kültürünü hissetmek mümkündür.

Taşkent’in parkları, modern yaşamın ritmini doğayla buluşturan alanlar olarak öne çıkıyor. Şehrin en büyük yeşil alanlarından biri olan Emir Timur Parkı, geniş çimenlikleri, göletleri ve gölgeli yürüyüş yollarıyla hem dinlenme hem de sosyalleşme mekânı sunuyor. Yazın kavurucu sıcaklarında bile parkların serinliği, şehre nefes aldırıyor. Küçük göletler ve fıskiyeler, insanlara dingin bir atmosfer sağlarken, çocukların neşeli sesleri ve spor yapanların enerjisi, Taşkent’in modern yüzünü yansıtıyor.

Modern mimarinin simgelerinden biri, 375 metre yüksekliğiyle Orta Asya’nın en uzun yapılarından biri olan Taşkent Televizyon Kulesi’dir. Halk arasında “Teleminare” olarak bilinir ve şehrin teknolojik gelişimini simgeler. Gözlem terasına çıkıldığında, şehir kuşbakışı görünür.

Modern Taşkent, yalnızca mimarisiyle değil; aynı zamanda sosyal ve kültürel yaşamıyla da dikkat çekiyor. Kafeler, sanat atölyeleri, gençlerin buluştuğu alanlar, şehirdeki dinamizmi artırıyor. Özellikle bağımsızlık sonrası genç nüfus, geleneksel Türkistan kültürünü modern yaşamla harmanlayarak şehrin ritmini yeniden şekillendiriyor. Sokak müzikleri, açık hava etkinlikleri ve sergiler, Taşkent’in hem geçmişle bağını koruduğunu hem de geleceğe umutla baktığını gösteriyor. Taşkent, sadece bir başkent değil; yaşayan, nefes alan ve geçmişin hafızasını taşıyan bir şehir olarak öne çıkıyor.

Bu yazı, bir coğrafyanın, tarihinin ve ruhunun satırlara düşmüş izidir. Taşkent, geçmişin izlerini taşıyan, bugünün yaşamıyla nefes alan bir şehir olarak, hem okuma hem de hissetme yolculuğuna davet ediyor.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?