Türkiye Cumhuriyeti 102. yaşını doldururken Almanya’daki kütlesel Türk varlığı da neredeyse 64. yılını geride bırakacak. Türkiye dışında daimi yaşamak, ülkeye dışarıdan ve içeriden bakabilme avantajını sağlıyor. Yeni düşüncelerle değerlendirmeyi mümkün kılıyor. Bu yazımda bahsettiğim ara bakış açısıyla Türkiye Cumhuriyeti ve Demokrasinin ortak paydasına değineceğim: “Toplumsal Mutabakat”.
Cumhuriyet özde halkın kendi kendisini yönetmesi rejimi anlamına geliyor. Cumhuriyet fikrinin nasıl somutlaştığı önemli oluyor. Temelinde toplumsal farklılıkları kabul etmek ve siyasi kararlara toplumsal rıza aramak yok ise Cumhuriyet zorbalaşıyor. Türdeş ve yeknesak millet iradesine dayandırılan otoriter bir cumhuriyet kurmak teorik olarak mümkün. Bu durumda çoğulcu kamuoyunun iradesi bastırılabilir, toplumsal azınlıklara kültürel aynılaştırma baskısı kurulabilir. Ancak bu yönetimin özelliği demokratik cumhuriyet değildir. Demokratik Cumhuriyet; çoğulculuk, eşitlik ve özgürlük ilkelerini tanıyarak toplumdaki farklı siyasi iradelere gelişme hakkı tanır. Ancak, demokratik ilkeler vatandaşın benimsemesi ve özümsemesi olmadan sürdürülemez. Özümsenmesi demek, diğer görüşleri dinlemesi ve birlikte siyaseti şekillendirmesi demek. Demokrasinin toplum tarafından sürekli korunması gerekiyor. Demokrasi kapasitesi, kurumlara güven, kamu iradesine saygı ve birlikte çalışmaya dair siyasi irade duyulması ile işliyor. Siyasi sistemde iktidar ve muhalefet birbirini tehdit olarak değil rakip olarak görüyor. Devlet kamuoyunun ortak evi oluyor ve siyasi kurumlar kişisellikten arındırılıyor.
Şimdi teoriden pratiğe Türkiye tecrübesine dönebiliriz. Tanzimat’tan Kurtuluş Savaşı dönemine kadar olan Osmanlı tecrübesi, belli bir modernleşme birikimi sağlamıştır. Cumhuriyet hareketi toplumun genel amaçlarını değiştirmek isteyen pragmatik bir reformculuk hareketi oluşturmuştur. Cumhuriyet dönemi içindeki bir asrı aşan çağdaşlaşma çabaları, devletin görevini doğrudan veya dolaylı “halkın mutluluğunu temin etmek” amacına dayandırmıştır. Toplumda var olan yöneten ve yönetilen ayrımı, halkçılık anlayışı ile kaldırılmak istenmiştir. Halkçılık, çok partili sisteme geçilince yerini demokrasi kavramına bırakmıştır. 80 yıla yaklaşan tarihi içerisinde çok partili demokrasi, kendi hikâyesini memnun edici fırsatı bulamamıştır. Kanaatimce bunun en önemli nedeni, katılımcı demokrasi sürecinde yurttaşlığa bağlı dayanışmacı bir toplumsal sözleşmenin yeterince olgunlaşamamasıdır. Toplumun tepeden radikal değiştirilmesi kültürel ayrışmaları, anlam boşluğunu ve kısır döngüleri doğurmuştur. Çok partili demokratik sistemde iktidar mücadeleleri, herkesin kendi grubunun menfaatini geçerli kılmasına dayanmaktadır. Neticede demokrasi ilkeleri için gerekli tarafsızlık ilkesi, hukuk devletinin özünü oluşturamamıştır. Kamu yararı oluşturmak, iktidarı halk adına denetleyen ve sınırlayan devlet anlayışı geliştirmek malesef kusurlu kalmıştır. Sağ ve sol siyasi akımlar kendi iktidarı için var olacak bir devlet tasavvurunu kurgulamaktadır. Gelinen noktada kültür savaşı ortaya çıkmıştır. Her grup tarafından iktidar özde bir grubun özel mülkü gibi görülmektedir. Toplumsal sözleşme değil de sadakat, itaat ve siyasi beka odaklı toplumsal örgütleme tartışılmaktadır. Oysa ki demokratik rejimde devlet bir grubun imtiyazı değil, herkesin ortak evi olmalıdır.
Gelecek yıllarda kültürel ayrışma ve kutuplaşma ihtimalini zayıflatacak, dayanışmacı ve gerçekçi bir toplumsal mutabakata ihtiyaç duyulmaktadır. Önümüzdeki yüzyıl için sıklıkla ifade edilen “Türkiye Yüzyılı” vizyonu demokratik kapasiteyi arttırmayı hedefliyorsa; refahın arttırılmasının yanı sıra her inanıştan insanın barış içinde birlikte yaşama projesini de olgunlaştırmalıdır.
Almanya’ya gelen insanlar anavatanlarından kopardıkları köklerini iki ülke toprağı üzerine yeniden dikmişlerdir. Kökler, Türkiye ve Almanya bileşenlerindeki olumlu değişimlerle beraber yeşerecektir. Farklı kültürlerin etkisiyle güvenli bir ortamın sağlanması iki ülkenin de verimli topraklara sahip olmasına bağlıdır.
