Düşmanın Dilini Anlayan Adam

Düşmanın Dilini Anlayan Adam
13-07-2025

Bazen sözler kifayetsiz kalır. Bazı acılar, cümlelerle tarif edilemez. Zulmün ve kaybın derinliği, yalnızca yaşayanın kalbinde yankı bulur. Hafıza silme operasyonunun ne demek olduğunu insan tam olarak idrak edemez — ta ki kendi halkının geçmişini unutmuş birini görene kadar.

2002 yılında, Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te yürürken tanımadığım bir Kırgız adam selâm verdi:

— “Türk müsünüz?”

— “Evet.”

— “Sizinle en kısa zamanda görüşmeliyiz,” dedi ve elime bir telefon numarası tutuşturdu.

Günler sonra, onu Urfalı Zeki abinin lahmacun salonuna davet ettim. Sessizdi; ama gözlerinden, içinde kopan fırtınayı anlayabiliyordum. Kendisi mimardı. Asıl anlatmak istediği başka bir şeydi.

Gençliğinde, Sovyet zamanında izlediği Rus propaganda filmlerini anlattı. Filmlerde Türk askerleri, NATO nedeniyle “düşman” olarak gösteriliyordu. Ama o filmlerden birinde bir şey dikkatini çekmiş: “Düşman askerleri Türkçe konuşuyordu.” Ve onların Türkçe komutlarını, konuşmalarını, duygularını anlıyordu.

“Bu nasıl olurdu?” diye sordu kendi kendine. Kütüphaneye gidip, tarih kitaplarını karıştırdı. Derken gerçekle yüzleşti: Kendisi de Türktü.

Bu cümleyi kurarken gözyaşlarına hakim olamadı:

“Ben düşmanımın dilini anlayabiliyordum. Çünkü o benim de dilimdi.”

Bu yaşanmışlık, sıradan bir anı değil. Bu, kimlik yitiminin, mankurtlaştırma denilen kültürel ve zihinsel işgalin çarpıcı bir örneğidir. Çingiz Aytmatov’un “Mankurt” mecazı, burada kelimelere can veriyor. Mankurt: Aytmatov’un deyimiyle, geçmişi unutturulmuş, hafızası silinmiş şuursuz köleleştirilmiş insan.

Sovyetler, fizikî işgalle yetinmedi. Dillerimizi, alfabelerimizi, geçmişimizi, yazılı hafızamızı ve tarihî sürekliliğimizi kesintiye uğratarak düşünen bir nesli kanla ve zorbalıkla susturdu. Ama daha korkuncu: Yeni nesillerin neyi kaybettiklerini bilemeyecekleri bir düzen inşa ettiler.

İşte bu nedenle, Kırgızistan’da hâlâ birçok genç, kendi tarihini Rusça öğreniyor. Kendi atasözlerini Rusça duyuyor. Kendi halkının dramını, kendi dilinde okuyamıyor. Çünkü kendi dili, sistemli bir şekilde görünmez hâle getirildi.

Sovyet politikalarının Orta Asya'da Rusçayı egemen dil haline getirmesi, teknik bir iletişim meselesi değil, türlü türlü kandırmacalarla başlayan ideolojik bir kolonizasyon projesidir. Rusça, Moskova’nın “medeniyet dili” olarak sunulmuş, yerli diller “ilkel”, “geri” ya da “kırsal” kategorilere itilmiştir.

Birçok kişi için kariyer, akademik başarı, şehirleşme ve modernleşme Rusçaya bağlı hâle getirilmiştir. Bu da nesiller boyunca kendi dilinden utanmayı, onu yalnızca “köy dili” olarak görmeyi beraberinde getirmiştir.

İşgalcinin dilini konuşup, sadece işgalcinin dilinde düşünmeye başladığında, artık kendi dünyasını değil, başkasının dünyasını yaşamaya başlarsın. Çünkü: Dil yalnızca kelimeler bütünü değil; dünya görüşüdür, hafızadır, kimliktir.

Bazen insanların belleği işgal edilince doğru yazılanı da doğru şekilde anlayamıyor. Yine o tarihte bir Kırgız genç ile gerçek adı Türk Hakanlığı olan Karahanlılar Devleti’nin payitahtı Balasagun şehrinin bulunduğu yere gitmiştim. Bugün Burana olarak bilinen yer, aslında kadim Karahanlılar’ın başkenti Balasagun’un kalıntılarıdır. Mezar taşları ve balballar hâlâ orada. Bir levhada ‘Göçebe Türkler burada yaşamıştır’ yazıyordu. Yanımdaki Kırgız genç, ‘Siz Türkler burada mıydınız?’ diye sordu. Oysa o taşlar onun da atalarının hatırasını taşıyordu.

O yüzden Rusçanın Orta Asya’da hâlâ baskın olması bir tesadüf değildir. Bilinçli bir tercihin sonucudur. Moskova, “Rusça konuşulan her yer Rusya’dır” diyerek üstü kapalı tehdit siyasetini sürdürmektedir.

Bugün Kırgızistan’da yeni bir dil yasası yürürlüğe giriyor. Bu yasa, Kırgızca’nın kamusal alanda yeniden güçlenmesini amaçlıyor. Ancak tek başına yetersiz. Çünkü hafıza yalnızca yasa ile değil, içtimai yad etme, tarihi felaketleri aydınlatma ve gerektiğinde yas tutma ile, dil ile, gündelik hayat ile korunur. Yasa, belki de mezar taşlarının diliyle yeniden konuşmaya başlamaktır: Unutturulanı hatırlamak, susturulanı konuşturmak.

Bugün hâlâ gençler Kırgızca kitap bulmakta zorlanıyorsa, televizyonlarda Rusça hâkimse, üniversitelerde bilimsel yayınlar yalnızca Rusça ise, bu bir kültürel boğulma hâlidir.

O mimar arkadaşım gibi insanlar, düşmanın dilinde kendi hakikatini bulduklarında, içlerinde yıllardır bastırılmış bir kimlik başkaldırır. Ve bu başkaldırı, yalnızca kişisel değil, kolektif bir uyanıştır.

Bu yazı, Bişkek’te bir lahmacun salonunda başlayan bir konuşmanın devamıdır. Ama aynı zamanda bir halkın yeniden kendini hatırlama çabasının da bir parçasıdır.

Sözde düşmanının dilini anlayan biri ağlıyorsa, o yalnızca dillerin değil, hafızasının işgal edildiğini fark etmiştir. Ve işte bu farkındalık, kurtuluşun ilk adımıdır.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?