Kırım’da Rus Propagandası ve Tarihî Suçlar

Kırım’da Rus Propagandası ve Tarihî Suçlar
23-07-2025

Kırım sadece bir yarımada değil, bir halkın hafızası, direnişi ve kimliğidir. Bugün Rusya’nın kontrolü altındaki Kırım, aslında yüzyıllara yayılan bir yok etme siyasetinin son perdesidir. Kırım Tatarları, Rusya’nın gözünde yalnızca “azınlık” değil; hatırlatılması istenmeyen bir geçmişin canlı şahitleridir. O yüzden de baskı altındadırlar, o yüzden hedefte olmaya devam ederler.

Kırım’daki Türk varlığı yalnızca Altın Orda ve Kırım Hanlığı ile sınırlı değildir. Bu topraklarda Türklerin mevcudiyeti, Batı Hunları döneminden itibaren başlar. Hun-Ogurlar, Hazarlar, Peçenekler, Rus kaynaklarında hangi boy olduğu meçhul olan ‘kara kalpaklılar’ ve nihayet Kıpçak ve Kumanlar, Kırım’ın hem etnik hem kültürel dokusunu oluşturmuşlardır. Kırım Hanlığı bu tarihî sürekliliğin zirve noktasıdır. Bahçesaray sadece bir başkent değil, Karadeniz'in kuzeyinde teşekkül etmiş Türk-İslam medeniyetinin kalbiydi. Kırım Tatarları bu uzun tarihî sürecin bugünkü temsilcileridir. O topraklarda doğmuş, yaşamış ve kök salmış bir halktan bahsediyoruz. Dolayısıyla onlar için Kırım bir memleket değil; bizzat varoluşun kendisidir.

Rusya'nın Kırım üzerindeki politikası 1783'te başlamadı, ama 1783 Çarlık Rusyası'nın Kırım'ı ilhak ettiği yıldır ve bu tarih, Kırım Tatarları için felâketin başlangıcıdır. II. Katerina’nın emriyle Kırım, sistemli bir Ruslaştırma ve İslâm’dan arındırma sürecine sokuldu. Cami ve medreseler kapatıldı, İşgalin başlangıcında 35 bin kişi katledildi. Topraklar istimlâk edilip Rus yerleşimcilere açıldı. Tatar soyluları ve uleması tasfiye edildi, halk göçe zorlandı. Sadece 19. yüzyılda yüz binlerce Kırım Tatarı Osmanlı Türkiyesi’ne göç etti. Kırım Tatarlarının toprağından koparılması, yerli nüfusun mülksüzleştirilmesi ve yerine Rus, Ukraynalı ve Ermeni nüfus yerleştirilmesi, açık bir etnik temizlik politikasıydı.

Bu süreç 20. yüzyılda bambaşka bir trajediyle devam etti. 18 Mayıs 1944’te, Stalin’in emriyle yaklaşık 250.000 Kırım Tatarı bir gecede vagonlara doldurulup adı Orta Asya olarak değiştirilen Türkistan’a sürüldü. On binlercesi yolda ya da ilk aylarda hayatını kaybetti. Mezarlıklar buldozerlerle yok edildi, camiler kapatıldı, yerleşim adları değiştirildi. Buranın gerçek mirasına ve tarihine bile tahammülleri yoktu. Bu sadece bir sürgün değil, uluslararası hukuka göre bir soykırımdı. BM Soykırım Sözleşmesi’nin neredeyse tüm maddelerini karşılayan bu eylem, hâlâ Türkiye dahil dünya tarafından gerektiği gibi tanınmadı.

1989’dan sonra bazıları yavaş yavaş anavatanlarına dönebildiler. Ancak 2014’te bu kez Vladimir Putin’in yönetimindeki Rusya Federasyonu, Kırım’ı yeniden işgal etti. Yapılan sözde referandumla Rus yerleşimciler sayesinde bölge ilhak edildi ve Kırım Tatarları bir kez daha hedefe alındı. Kırım Tatar Milli Meclisi yasaklandı, Refat Çubarov ve Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu gibi önderler sınır dışı edildi, yüzlerce aktivist tutuklandı. Tatarca eğitim sona erdirildi. Gençler zorla Rus ordusuna alınarak Ukrayna cephelerine gönderildi. Kültürel faaliyetler yalnızca Moskova’nın denetiminde ve izniyle yapılabiliyor. Bağımsız medya susturuldu, hafıza bastırılıyor, kimlik siliniyor. Amaç çok açık: Direnen halkı susturmak ve kalanları sisteme asimile etmek.

Bütün bu zincirin ortak paydası, Rusya’nın Kırım Tatarlarını bir halk olarak tanımaması, onlara ulusal kimlik temelinde var olma hakkı vermemesidir. Her rejim, aynı amacı farklı biçimlerle uyguladı: Çarlık gasp ve baskıyla, Sovyetler sürgünle, Putin ise hem yumuşak propaganda hem de polis devleti yöntemleriyle. Bugün Kırım Tatarlarının yaşadığı şey, asimilasyon maskesiyle gizlenen bir nüfus mühendisliği operasyonudur.

Ancak artık bu suç zincirinin son halkasına gelinmiştir. Uluslararası hukuk, yalnız devletlerin değil, halkların da hakkını tanır. Rusya, sadece bir işgalci değil, tarihî olarak Kırım Tatar halkının yok edilmesinden tümüyle sorumludur. Kırım Tatarlarından gasp ettiği toprakları iade etmek, uğrattığı zararlar için tazminat ödemek, kaybolan hayatların hesabını vermek ve kültürel soykırımı sonlandırmakla yükümlüdür. BM sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve uluslararası teamül hukuku bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Kırım Tatarları, üç asırlık bir yıkım sürecinin şahitleridir. Ama aynı zamanda, hâlâ ayakta kalan bir halkın temsilcileridir. Sessiz kalmaları teslimiyet değil; sabırdır. Kimliğini unutmamış bir halk, hâlâ direniyor demektir. Bu direniş, hak ettikleri özgürlüğe kavuşana dek sürecektir. Ve o gün geldiğinde, sadece bir halk değil, adalet de kazanmış olacaktır.

 

Aluşta’dan esen yeller

Yüzüme vurdu.

Balalıktan ösen yerler

Gözüme düştü.

Ben bu yerde yaşayamadım,

Gençliğime doyamadım,

Vatanıma hasret kaldım,

Ey güzel Kırım.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?