Tataristan: İdil Boylarında Kimlik Mücadelesi

Tataristan: İdil Boylarında Kimlik Mücadelesi
27-07-2025

İbn Fazlan’ın 10. yüzyılda Bağdat’tan yola çıkarak Müslüman Türk topluluklarına yaptığı diplomatik ziyaret, tarih boyunca unutulmayan önemli bir anı olarak karşımıza çıkar. Sadece tarihî bir kayıt değil; o dönem İslam dünyasının sınırlarında yaşanan canlı kültürler ve kimlik mücadelelerinin eşsiz bir yansımasıdır.

O zamanki İslam dünyasının kuzeydoğu sınırında yer alan Türk toplulukları, bu dönemde hem dinî hem kültürel dönüşüm içerisindeydi. Bu dönüşümün tam ortasında, İdil boylarındaki bugünkü Çuvaş ve Tatarların ataları Bulgar Türklerine yapılan diplomatik bir ziyaret sırasında yazılan bu metin, bin yıl sonra dahi güncelliğini koruyan soruları gündeme getiriyor: Bir halk inancını, dilini, kültürünü nasıl yaşar? Dış etkilere karşı kimliğini nasıl savunur?

İbn Fazlan, Abbasî halifesi el-Muktedir’in elçisi olarak 921 yılında yola çıktı. Görevi, İdil Bulgar hükümdarı Almış Han‘ın İslamiyet’e geçişini resmî olarak tasdik etmek ve ona İslam hukukuna göre yönetim kurmasında destek olmaktı. Ancak bu seyahat, aynı zamanda Abbasî coğrafyası dışındaki Türk halklarına dair gözlemleriyle dolu bir kültür atlasına dönüştü. İbn Fazlan, gezdiği yerlerde gördüklerini titizlikle kaydederek hem kendisinden sonrakilere hem de bugünün araştırmacılarına eşsiz bir kaynak bıraktı.

Bağdat’tan başlayan yolculuk, Dicle’yi izleyerek kuzeye yöneldi. Harezm üzerinden Hazar Denizi'nin kuzeyine ulaşıldıktan sonra, bugünkü Tataristan topraklarına girildi. Yolculuk boyunca Oğuzlar, Peçenekler, Başkurtlar, Bulgarlar ve Hazarlarla temas kuruldu. Her topluluğun yaşantısı, dini inançları, giyimleri, yönetim yapıları ve gündelik alışkanlıkları özenle kaydedildi.

Bugünkü Türkiye, Azerbaycan ve Türkmenistan Türklerinin ataları olan Oğuzlar hakkında verdiği bilgiler oldukça dikkat çekicidir. Başlıkları, hayvancılığa dayalı geçim şekilleri, kadın-erkek ilişkileri, ticaret anlayışları ve savaşçı nitelikleri dönemin diğer kaynaklarıyla da örtüşen şekilde aktarılır. Başlıkları genellikle keçeden yapılmış, fesi andıran serpuşlardır.

Bilhassa Başkurt Türklerinden övgüyle bahseder. Yol arkadaşlarından biri olan yeni Müslüman olmuş bir Başkurt’un ona tercümanlık yapması, bu halkla olan temasın hem kültürel hem dinî düzeyde ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Ancak tercümanının bazı eski alışkanlıklarını şaşkınlıkla tasvir etmesi, o dönemin değişim sancılarını yansıtır.

İbn Fazlan’ın seyahatnamesinde yer alan “Sakalibe” ifadesi, İslav kökenli topluluklara işaret eder. Bugünkü Rusların, Ukraynalıların ve Belarusların ataları olan bu halklar genellikle doğu Avrupa’dan İdil boylarına kadar uzanan geniş bölgelerde yerleşik ya da yarı göçebe yaşam sürmekteydi.

Bu toplulukların şehirleşmiş yapıları bulunmamakla birlikte, belirli merkezlerde pazar kurdukları, hayvan derisi ve bal ticareti yaptıkları görülür. İbn Fazlan, bu insanların temizlik anlayışını eleştirir; örneğin, vücutlarını yıkamadan ibadet ettiklerini, yemek yeme adabına dikkat etmediklerini yazar.

Sakalibe kadınlarının açık giyinmesi, erkeklerin dövmeli oluşu, putperest inançları ve cenaze törenleri (özellikle Ruslar arasında görülen yakma geleneği) de dikkat çekici ayrıntılardandır. Bu gözlemler sadece İslam coğrafyası dışındaki kültürel çeşitliliği göstermekle kalmaz, aynı zamanda ileride İslav-Rus devletlerinin nasıl şekillendiğine dair ipuçları sunar.

İbn Fazlan’ın gözlemlediği İdil Bulgarları, ilerleyen yüzyıllarda Kazan Tatar kimliğiyle tarih sahnesine çıkarak varlıklarını sürdürdü. Ancak 16. yüzyılda bu tarihî devamlılık büyük bir yara aldı. 1552 yılında Rus Çarı Korkunç İvan, Kazan Hanlığı’nı işgal ederek bölgeye vahşeti yaşattı. Bu sadece askeri bir işgal değil; aynı zamanda Müslüman Türk kimliğine yönelik kapsamlı bir saldırıydı. Camiler yıkıldı, medreseler kapatıldı, binlerce insan katledildi. Kazan’daki katliamlar, Türk-İslam dünyası için kalıcı bir travmaya dönüştü.

İşgal sonrası süreçte bazı Türk toplulukları zorla, bazıları ise gönüllü olarak Hristiyanlaştırıldı. Bunlardan biri olan Çuvaşlar, dil olarak Türkçe kökenlerini korusalar da dinî olarak Rus Ortodoksluğuna geçirildi. Bugün Çuvaş halkı, resmî olarak Hristiyan bir etnik grup olarak tanımlanmakta; fakat kültürel anlamda hâlâ eski Türk izlerini taşımaktadır. Çuvaşlar, eski Bulgar Türkçesinin devamı olan dili konuşmaktadır. Çuvaşların yanında Kereşen ve Nagaybak gibi birkaç küçük Tatar topluluğu da Hristiyan olmuştur. Bazı Çuvaş ve Kereşenler bilhassa 20. yüzyılda İslamiyete geri dönmüştür.

Bu durum, İdil boylarındaki Türk halklarının ne kadar güçlü asimilasyon politikalarına maruz kaldığını açıkça ortaya koyar. Aynı zamanda kimlik, din ve dil üçgeninde nasıl parçalanabildiklerinin trajik bir örneğidir.

Kazan Tatarcası, Rusya’nın boyunduruğu altındaki Müslüman Türk toplulukları arasında iletişim dili olarak kullanıldı; özellikle Çar fermanları bu dilde yayınlandı. Müslümanlar arasında başlayan ceditçilik hareketiyle kurulan özel okullar bu dilde eğitim vererek Kazan Tatarcasını daha anlaşılır ve yaygın hale getirdi. Ancak bu süreç Ekim Devrimi ile son buldu.

  1. yüzyıla gelindiğinde, 1917 devrimiyle beraber Rus İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte kısa bir özgürlük umudu doğdu. Tatar aydınları bu fırsatı değerlendirerek özerklik ve kültürel haklar talep ettiler. Bu dönemde öne çıkan isimlerden biri, Mirsaid Sultangaliyev’dir.

Sultangaliyev, komünist ideallere inanan ama bu idealleri Türk-Müslüman halkların özgürlüğü için kullanmayı hedefleyen bir Tatar aydınıdır. Ne var ki, bu inancı onun sonunu getirdi. Bolşeviklerle yaptığı işbirliği, zamanla yerini kuşkuya ve baskıya bıraktı. 1920’lerin ortasında tutuklandı, 1930’larda ise Stalin’in emriyle ortadan kaldırıldı.

O, kendi halkı adına umut taşıyan, ama bu umudu yanlış adrese bağlamış bir kişilikti. Rusya gibi zorba bir devlete güvenmenin sonuçlarını kendi hayatıyla ödedi. Üstelik sadece o değil, onun temsil ettiği Tatar halkı ve daha geniş Türk Dünyası da ağır bir bedel ödedi.

Günümüzde Tataristan özerk bir cumhuriyet olarak tanımlansa da, Sultangaliyev tarafından hak iddia edilen sınırların çok gerisindedir. Stalin rejimi, Tatar topraklarının büyük kısmını tırpanlayıp nüfus mühendisliğiyle bugünkü dar bölgeyi bırakmıştır. 1991 sonrası kültürel ve siyasî muhtariyet anlamında kısmen rahatlama olmuş olsa da, bilhassa Putin rejimiyle beraber Tataristan’ın kültür ve dil alanındaki hakları sürekli olarak sınırlandırılmıştır. Sovyetler sonrası dönemde Latin alfabesine geçiş girişimleri Moskova tarafından engellenmiş, Tatarca eğitim oranı hızla düşmüştür. Tataristan’ın al yeşil zemin üzerinde ayyıldızlı millî bayrağı bile “milliyetçilik” tehdidi olarak algılanmıştır.

Bu gelişmeler, İbn Fazlan’ın gördüğü kimliğini arayan ama kendine güvenen toplulukların günümüzde ne derece baskı altında olduğunu gözler önüne serer. Bin yıldır süren mücadele, artık fizikî işgallerle değil; eğitim yasaları, simge yasakları ve medya sansürüyle sürdürülmektedir.

İbn Fazlan’ın seyahatnamesi, sadece 10. yüzyıldaki bir yolculuğun kayıtları değildir. O metin, bin yıllık bir hafızanın ilk halkasıdır. İdil boyundaki Müslüman Türklerin İslam’a geçişi, devletleşme süreçleri, dil ve kimlik mücadeleleri zamanla simgeler, alfabeler ve kurumlar üzerinden sürdürülen daha derin bir varoluş savaşına dönüştü.

Sultangaliyev bu tarihî zincirin en tartışmalı şahsiyetlerinden biridir. Komünizmin eşitlik ve özgürlük vaatlerine inanarak Rusya ile işbirliği yaptı. Ancak Rusya'nın devrimci söylemi, Müslüman Türk halkları için yeni bir baskı dönemine kapı araladı. Büyük hayalleri vardı, ama gerçeklik çok daha acımasızdı.

Korkunç İvan’ın Kazan Hanlığı’nı yerle bir etmesiyle başlayan yıkım, Sovyetlerin "kültürel modernleşme" adı altında uyguladığı kimlik tahribatı ve aşındırmalarıyla devam etti. Bu dönemde Hristiyanlaştırılan Çuvaşlar gibi bazı Türk toplulukları dinden, kimlikten ve ortak bilinçten uzaklaştırıldı.

Bugün Tataristan’da yaşanan kültürel kısıtlamalar, Ortak Türk ile Rus Kiril alfabesi tartışmaları, eğitim müfredatına yapılan müdahaleler, bin yıl önce başlayan bu kimlik mücadelesinin hâlâ devam ettiğini gösteriyor. Artık tehdit açık değil; daha incelikli, daha sistematik: Dil yasaları, medya denetimi, simge baskısı, eğitim reformları.

Kısıtlı imkânlarına rağmen Tataristan yönetimi, özellikle Türkiye ile ilişkileri sıcak tutmaya çalışıyor. 1 Temmuz 2025 tarihinde Tataristan Reisi (güncel ünvanıyla "Reis") Rüstem Minnihanov, Ankara’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile özel bir görüşme gerçekleştirdi.

Bu ziyaret, Moskova’da büyük yankı uyandırdı ve özellikle Rus basını tarafından “aşırı samimi” olarak nitelendirildi. Görüşmenin içeriği resmî olarak açıklanmasa da, Tataristan’ın Türkiye ile geliştirdiği kültürel ve ekonomik ilişkiler Rusya’da rahatsızlık yarattı. Görüşmenin ardından Rus medyasında Tataristan’ın özerk cumhuriyet statüsünün gözden geçirilmesi gerektiğine dair yorumlar yapıldı. Minnihanov’un Türkiye ile bağlarını güçlendirme çabası, Tatar kimliğinin korunması ve İdil boylarındaki Müslüman Türk halklarının kültürel hafızasının diri tutulması açısından simgesel önem taşımaktadır.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?