
Bir ülkenin küresel sistemdeki yerini tam olarak belirleyebilmek öyle kolay bir iş değil. Pek çok gösterge söz konusu. Hele ki Türkiye gibi kırılgan bir ekonomiye sahip bir ülkeyseniz, işiniz daha da zor demektir. Halk, her geçen gün uygulanan ekonomik politikaların faturasını çok ağır ödüyor. Kurumlara güven azaldı. Açıklanan veriler ile karşılaştığımız gerçekler arasında dağları bir kenara bırakın Everest kadar fark var. Bunlara bir de bazı göstergelerin yayınlanmamasını ekleyin…
Bu nedenle, küresel sistemdeki yerimizi belirlemek için zorunlu olarak iki ekonomik göstergeyi seçtim: Bunlardan biri cari fiyatlarla kişi başına gelir; diğeri ise sosyal bir gösterge…
Burada bir parantez açıp şunu da söylemeliyim: Türkiye, sıralamada 17’nci sırada yer alıyor. Bu sıra yıllardır pek değişmiyor. 2025 yılında Endonezya’yı geçebilirsek, hayırlısıyla 16’ncı sıraya yükseleceğiz.
Bu yazıyı okurken eminim aklınızdan şu düşünceler geçiyordur:
- Ekonomimiz büyüyor
- GSYH artıyor
- GSMH artıyor
Peki, bu kadar olumlu gelişme yaşanırken vatandaş neden bunu hissedemiyor? Hadi, bu soruya cevap verelim:
Cari fiyatlarla GSYH, enflasyon (deflatör) dâhil fiyatlarla hesaplanıyor (yani enflasyon arındırması yapılmıyor). Bulunan değer, o yılın ortalama dolar kuruna bölünüyor ve dolar cinsinden cari fiyatlarla GSYH bulunuyor. Bu durumda, enflasyon ne kadar yüksek ve kur ne kadar düşükse GSYH de o kadar yüksek çıkıyor. Dolayısıyla bu tabloyu, Türkiye’nin enflasyonunun çok yüksek olduğunu ve dolar kurunun baskılandığını dikkate alarak değerlendirmek gerekir.
Türkiye, hem ekonomik göstergeler açısından hem de GSYH ve kişi başına gelir konusunda birçok ülkenin gerisinde yer alıyor. Özellikle “Hukukun Üstünlüğü Endeksi”nde 142 ülke arasında 117’nci sırada yer alması, durumun ciddiyetini net bir biçimde ortaya koyuyor.
Hep söylediğimiz konulardan biri de faiz ve enflasyon arasında kurulmaya çalışılan yanlış bağdır. Şunu ifade etmeliyim ki, Türkiye’deki enflasyon “talep yönlü” bir enflasyon değildir. Eğer öyle olsaydı, yalnızca faiz aracı kullanılarak durdurulabilirdi belki de.
Öteden beri faiz giderlerinin devletin bütçesinde ve nakit dengesinde büyük yer tuttuğu, faiz giderlerinin düşürülmesi hâlinde sorunların önemli ölçüde çözüleceği öne sürülür ve genellikle de bu görüş doğru kabul edilir. Şimdi, çok fazla konuşulmayan bir başka gerçeği ifade edelim: Devletin toplam nakit giderleri 20 yılda 76 kat artarken; faiz dışı giderler 100 kat, faiz giderleri ise sadece 25 kat artmış. Demek ki toplam giderleri asıl artıran kalem, faiz dışı giderlerdir.
Yaşadığımız ekonomik sorunlar gösteriyor ki, bu sözüm, sorunun faiz politikasıyla çözüleceğine inananlara gelsin, esas sorun, faiz dışı giderlerin artışından kaynaklanıyor. Nitekim faiz giderlerinin artmasının nedenlerinden biri de faiz dışı kamu giderlerinin artmasıdır. Faiz dışı kamu giderleri arttıkça kamu açığı, dolayısıyla kamu borçlanması artıyor. Kamu borçlanmasının artması, faiz giderlerinin de ister istemez yükselmesine neden oluyor.
Faiz giderlerinin artmasının bir başka nedeni ise enflasyonun yüksek olmasıdır. Enflasyon yüksekse faiz oranları da yüksek kalıyor ve dolayısıyla faiz giderleri artıyor.
Bir başka acı konu da toplumun büyük çoğunluğunun, bütün sorunların kökeninde faiz giderlerinin yattığına inanması… Bu algının yaygınlaşması önemli ölçüde siyasetçilerin bu yöndeki açıklamalarından kaynaklanıyor. Faiz, bu toplumda en kolay lanetlenebilen kalem hâline geldi. Dikkatlerin faiz giderleri üzerinde toplanmasıyla kamu giderlerinin diğer alanlarındaki aşırılıklar gözden kaçırılıyor. Faiz karşıtlığı, yaygın bir nefret odağı oluşturduğu için bu tür bir “ortak lanetleme”, faiz dışı giderlerin rahatlıkla artırılmasına olanak sağlıyor.
Toplum faizi lanetlerken, kamu kesiminin diğer alanlarda yarattığı büyük israfı ve faiz giderlerinin artmasındaki asıl nedenin bu diğer giderlerdeki artış olduğunu gözden kaçırıyor.
DEMEK Kİ NEYMİŞ?
SORUNLARI ÇÖZMEDEN, EKONOMİK POLİTİKALAR TEK BAŞINA YETMİYORMUŞ…