Rusya’da Göçmen Türk Topluluklarına Yönelik Baskılar

Rusya’da Göçmen Türk Topluluklarına Yönelik Baskılar
06-07-2025

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla başlayan savaş, yalnızca Avrupa’nın güvenlik düzenini değil, Sovyet sonrası coğrafyanın güç dengelerini de temelinden sarstı. Ancak Kremlin’in askeri yayılmacılığıyla sınırlı olmayan daha derin ve sistematik bir politikasından söz etmemiz gerekiyor: Farklı olanı bastıran, bağımsız olanı cezalandıran bir zihniyetin kurumsallaşmasından. Bu anlayışın adı artık tek başına otoriterlik değil — Ukraynalı siyaset bilimci Oleksandr Kovalenko’nun ifadesiyle bu, “Yeni Putinizm”in ideolojik omurgası.

Kovalenko, geçtiğimiz günlerde Azeri-Press Agency (APA)’ya verdiği demeçte dikkat çekici bir tespit yaptı: Azerbaycan’ın izlediği bağımsız dış siyaset çizgisi, Rusya için tahammül sınırlarını zorlayan bir tablo oluşturuyor. Moskova, kendi etki alanında hiçbir ülkenin Batı ile denge kurmasına, kararlarını kendi başına almasına sıcak bakmıyor. Kovalenko’ya göre bu nedenle Azerbaycan’a karşı doğrudan ve dolaylı baskı mekanizmaları devreye sokuluyor. Bu kimi zaman diplomatik dilin arkasına gizlenen tehditler oluyor, kimi zaman da içerideki azınlıklara yönelik örtülü bir sindirme politikası olarak karşımıza çıkıyor.

Azerbaycan’ın 2020 Karabağ savaşındaki zaferi, Moskova’nın etki alanı üzerinde ciddi bir sarsıntı oluşturdu. Azerbaycan’ın bu zaferi büyük ölçüde Rusya’ya rağmen kazanmış olması, Moskova’da hoşnutsuzlukla karşılandı.

Azerbaycan’da Vatan Muharebesi olarak adlandırılan savaşta, Rusya’nın askeri lojistiği her gün İran üzerinden Ermenistan lehine işlemişti, Rus askeri uçakları Bakü açıklarında taciz uçuşları ile Azerbaycan’ın ilerleyişini durdurmaya çalışmıştı. Sonra Rusya arabulucu edasıyla araya girerek Azerbaycan için zafer sayılabilecek taraflar arası ateşkes sağlamıştı.

Zaferin ardından Bakü’de düzenlenen resmî askerî geçit töreninde yalnızca Türk Silahlı Kuvvetleri yer aldı — Rus askerleri sembolik düzeyde dahi davet edilmedi. Bu mesaj açıktı: Azerbaycan artık Rusya'nın değil, Türkiye ile askerî stratejik işbirliğinin bir parçasıydı. Zaten o dönem Türkiye ve Azerbaycan arası imzalanan Şuşa Beyannamesi her hangi bir askerî tehdit karşısında birbirine destek vaad etmişti. Ancak Azerbaycan’ın güvenliği için yaruri ile Türk askerî üssü Rus tarafının kapalı tehditleriyle şimdiye kadar engellenmiştir.

Azerbaycan’ın dış politikasında artan Türkiye işbirliği, Batı’ya yönelim ve enerji diplomasisindeki özgüven, Moskova’da ciddi rahatsızlık yarattı. Azerbaycan Hava Yolları’na ait bir uçağın 25 Aralık 2024’te, Dağıstan semalarında “yanlışlıkla” Rus hava savunma füzesi tarafından isabet alıp, pilotların özel gayretleriyle Hazar Denizi’ni geçip Kazakistan’da kırıma uğraması, bu gerilimin doğrudan sonucu olarak değerlendirildi.

27 Haziran 2025 tarihinde Yekaterinburg’da yaşanan olaylar, artık bu politikanın örtülü olmaktan çıktığını ortaya koydu. Sabah saat 5 sularında, Rusya’nın istihbarat birimi FSB, İçişleri Bakanlığı yetkilileri, Rosgvardia isimli milli güvenlik teşkilatı ve Rusya Araştırma Komisyonu katılımıyla ile başlatılan geniş kapsamlı baskınlarda bölgede Azerbaycanlı Türklere ait evler hedef alındı.

Görgü tanıklarının ifadesine göre, maskeli özel birlikler evleri bastı, içeridekiler dövüldü, işkence gördü. Kadınların iç çamaşırlarının sokağa saçıldığı, evlerin talan edildiği bildirildi. Vükar Seferov adlı bir vatandaş APA’ya verdiği röportajda, “Ukrayna’daki savaşa katılmak için kontrat imzala, yoksa seni mahvederiz” diyerek tehdit edildiğini, kardeşiyle birlikte gözaltına alındığını anlattı.

Olaylarda toplamda 65’ten fazla Azerbaycan vatandaşı gözaltına alındı, en az iki kişi hayatını kaybetti, dört kişi ameliyata alındı, bazılarının hayati tehlikesinin sürdüğü bildiriliyor. Seferov ailesine ait iki cenaze Azerbaycan’a ulaştı; cenazeler üzerinde otopsi yapıldı, işkence izleri teyit edildi.

Olaylar sırasında sadece sıradan göçmenler değil, toplumsal etki gücüne sahip diyaspora şahsiyetleri de hedef alındı. 1 Temmuz günü, “Azərbaycan–Ural” diyaspora kuruluşunun başkanı Şahin Şıhlinski, Yekaterinburg’da gözaltına alındı. Olay yerine gelen güvenlik birimleri, Şıhlinski’yi Baku Plaza alışveriş merkezi yakınında alıkoydu. Oğlu kısa süreliğine gözaltına alınsa da serbest bırakıldı.

Şıhlinski, Yekaterinburg ve çevresindeki Azerbaycan toplumu içinde tanınan birisi olarak, halkın Ukrayna savaşına zorla gönderilmesine karşı tepkileri organize eden isimlerden biriydi. Gözaltı kararı, bu tepkilere verilen cezalandırıcı bir yanıt olarak değerlendiriliyor.

Bu olaylar, münferit bir asayiş vakası değil, Kremlin’in göçmen Türk topluluklarını sindirme ve savaş yükünü üzerlerine yıkma stratejisinin somut tezahürüdür. Benzer bir olay 17 Ocak 2024’te yine Yekaterinburg’da yaşanmıştı. Bu kez hedef Orta Asyalı göçmenlerdi. Yaklaşık 150 Kırgız vatandaşı şantiyelerden toplanarak aşağılama, zorla diz çöktürme, “kaz yürüyüşü” yaptırma gibi aşağılayıcı uygulamalara maruz bırakıldı. Yine Rus kolluk kuvvetleri hiçbir hukuki işlem başlatmadı. Mesaj açıktı: Göçmen kökenli Müslüman halklar hem içeride ezilecek hem cepheye zorla sürülecekti.

Her iki olayda da aynı kurumsal yapılar, aynı dil, aynı şiddet araçları devredeydi. Bu, tesadüf değil. Bu, sistematik bir devlet şiddetidir.

Yekaterinburg olaylarının ardından Azerbaycan devleti resmi düzeyde sert tepki verdi. Azerbaycan Kültür Bakanlığı, Rusya ile ortak planlanan tüm kültürel etkinlikleri iptal etti. Konserler, sergiler, festivaller askıya alındı. Ardından Milli Meclis, Moskova’da yapılacak olan parlamentolararası işbirliği toplantısına katılmayacağını duyurdu.

Bu adımlar yalnızca diplomatik birer tepki değil; aynı zamanda vatandaşlarının can güvenliği konusunda Azerbaycan devletinin taşıdığı hassasiyetin açık bir yansımasıydı.”

Tüm bu gelişmelerin ardından Azerbaycan’daki Rusya destekli medya organı Sputnik Azerbaycan'a da güvenlik güçleri tarafından operasyon düzenlendi. Büro çalışanlarından bazıları “yabancı ajanlık” şüphesiyle tutuklandı. Bu operasyon, yalnızca dışarıdan gelen baskıya değil, içerideki etki alanlarına da karşı gösterilen bir direnç olarak dikkat çekiyor.

Olaylar, Rusya kamuoyunda bile yankı buldu. Kremlin’e yakınlığıyla bilinen Sergey Markov gibi isimler dahi, “mukavemet göstermeyen sivillerin ölümüne yol açan bu operasyon dehşet verici” açıklaması yaptı.

Rusya, Ukrayna savaşında son haftalarda ağır kayıplar veriyor. 28 Haziran’da Kırım’daki Kirovskoye hava üssüne düzenlenen Ukrayna SBU operasyonunda üç askeri helikopter ve bir Pantsir hava savunma sistemi imha edildi. Mühimmat deposu da vuruldu.

Bu durum, Rusya’nın insan gücü ve lojistik kapasitesinde ciddi zafiyet yarattı. Kremlin artık “gönüllü kontratlı asker” bulmakta zorlandığı için göçmen topluluklara yöneliyor. Ancak baskı, zorlama ve hatta işkenceyle bu eksiklik giderilmeye çalışılıyor.

Kovalenko’nun altını çizdiği gibi, Rusya’daki Türk ve Müslüman kökenli azınlıklara yönelik baskılar münferit değil; kurumsal ve sistematik. Bu yaklaşım, içeride ayrımcılığı normalleştirirken Sovyetler’den bağımsız olan yakın dış bölgeye de bir mesaj gönderiyor: Bağımsızlık talebi, sadakatsizlikle eşdeğerdir. Bu bağlamda Gürcistan’daki iç kargaşa, Kazakistan’daki asayiş olayları, Kırgızistan-Tacikistan gerilimleri farklı açıdan değerlendirilebilir. Hepsi aynı zihniyetin parçası: Kremlin’in mutlak kontrolü dışında kalan her güç odağı, tehdit olarak algılanıyor.

Bugün Azerbaycan’ın izlediği bağımsız politika hem cesaret hem de yalnızlık gerektiriyor. Bu yalnızlık, Moskova’nın gölgesinden çıkmak isteyen her ülkenin ödediği bir bedel. Kovalenko’nun uyarısı bu nedenle sadece akademik değil, stratejik bir perspektif sunuyor.

Azerbaycan, Karabağ’da elde ettiği zaferle yalnızca bir toprak değil; özgür karar alma iradesini de kazandı. Ancak bu özgürlük, Rusya’nın eski hegemonyasına doğrudan bir meydan okuma anlamına geliyor. Bugün yaşanan baskılar, yalnız Azerbaycan’a değil, tüm Türk Dünyası’na yönelik bir uyarı mahiyetinde.

Rusya’da bir olayın iki kez tekrarlanması tesadüf değildir. Hele ki can kaybı, etnik aşağılama, zorla askerlik ve sistematik medya baskısı içeriyorsa… Bu artık bireysel inisiyatif değil, devletin kurumsal şiddetidir.

Yekaterinburg olayları, Putin yönetimindeki Rusya’nın hem içerideki hem dışarıdaki Türk ve Müslüman varlığa karşı tahammülsüzlüğünün simgesidir. Bugün Azerbaycan’a yönelik baskılar yalnızca bir devlete değil, bağımsız hareket etmeye çalışan tüm eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik bir tehdittir. Rusya’nın bu sindirme stratejisi, karşısında yalnızca diplomasiyle değil, dayanışmayla da durulması gereken sistematik bir devlet politikasıdır.

Azerbaycanlı yazar Seyfeddin Hüseyinli'nin sözleri, bu tarihî tabloyu özetler nitelikte: “Tarih boyu verdiğimiz kurbanların ekseriyyeti Rusya zulmünün neticesidir.”

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?