
Namus, toplumların en köklü değerlerinden biridir. Değer olarak bu kavram insanları doğruya, dürüstlüğe ve erdeme çağırmaktadır. Zamanla yanlış yorumlanmış ve özellikle kadın bedenine indirgenerek kadınla özdeşleştirilmiş ve kadın bedenine hapsedilmiştir. Bu dar çerçevedeki anlayış, erkekleri sorumluluktan koparırken, kadınları ağır baskılar altında yaşamaya mahkum etmiştir. Böylece namus, kadınların omzuna yüklenerek, erkekler için ise yok sayılan bir olgu haline gelmiştir.
Çocuğun dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren aldığı mesajlar bile toplumumuzdaki bu çifte standardı pekiştirmektedir Erkek çocuğa daha küçük yaşlarda “göster pipini” denilerek, cinselliği üzerinden şakalaşılır, erkeksi kimliği bu yolla güçlendirilir. Büyüdüğünde arkadaş çevresinde kızlarla yakınlık kurması övülür, hatta “çapkın” sıfatı bir erdem gibi sunulur. Erkek delikanlının kız arkadaşı olması veya sevgilisiyle ilişkisini açıkça yaşaması çoğu kez görmezden gelinir, hatta hoş görülür.
Aynı yaşlardaki kız çocukları ise bambaşka bir baskı düzeniyle büyütülür. Bedeni sürekli kontrol edilmesi gereken, adeta aile onurunun saklandığı bir yer gibi görülür. Erkek çocuğa oyun alanı, keşif özgürlüğü tanınırken, kız çocuğa sürekli sınırlar çizilir. Büyüdüğünde de bu sınırlar genişlemez; giyimi, davranışı, gülüşü, hatta sesinin tonu bile toplumun ağır bakışlarına maruz kalır.
Hata yapıldığında ise çifte standardın en keskin yüzü ortaya çıkar. Erkek bir yanlış yaptığında “elinin kiri” sayılır, üstü kolayca örtülür. Aldatma, sadakatsızlık ya da sorumsuzluk çoğu kez erkek için büyük bir mesele olarak görülmez, çünkü erkek için namus tanımı baştan yapılmamıştır. Kadın aynı hatayı yaptığında ise toplumun gözünde en ağır damgayı “fahişe” yer. Bu çifte standart kadınları sürekli baskı altında yaşatırken, erkekleri de sorumluluk bilincinden uzaklaştırır.
Toplum böylece farkında olmadan kendi erkeklerini namussuzlaştırır. Zira erkek, daha çocukluğundan itibaren namusun bir değer olduğunu, ama kendisini bağlamadığını öğrenir. Oysa sorumlulukla şekillenmeyen bir ahlak anlayışı, bireyi yozlaştırır. Erkek, kendi davranışlarını sorgulamak yerine sadece kadınları sorgulayan bir zihniyetle büyütülür. Sonuçta imkan bulduğunda aldatmayı ya da sorumsuzluğu olağanlaştırır, çünkü zihninde namus, kendi davranışlarıyla değil, kadın üzerinden tanımlanmıştır.
Bu düzen, kadınları da derin yaralarla baş başa bırakır. Kadın, en küçük bir yanlışında toplumun bütün yükünü sırtında hisseder. Bedenine hapsedilmiş, özgürlüğü kısıtlanmış, en doğal insani hataları bile affedilmez hale getirilmiştir. Erkekle aynı toplumsal değerler çerçevesinde değil, daha dar ve daha sert biçimde yargılanır. Kadın böylece özgüvenini kaybeder, kendi hayatını yönetme hakkını elinde bulunduramaz.
Oysa namus, yalnızca kadının değil, erkeğin de sorumluluğunu kuşatan bir değerdir. Ve namus, sadece cinsellikle ilgili bir kavram değildir. Dürüstlük, verilen söze sadakat, haksızlıktan uzak durmak, başkasının hakkını gözetmek de namuslu bir yaşamın parçalarıdır. Erkek için namusun tanımlanmaması aslında toplumun bütün ahlaki yapısını çürütür. Çünkü bir değerin yarısı görünmez kılındığında, o değer bütünüyle işlevsiz hale gelir.
Sonuçta ortaya iki yüzlü bir düzen çıkmaktadır. Erkek hata yaptığında mazur görülür, kadın hata yaptığında toplumun gözünde yok edilir. Bu algı bir toplumun erkeklerini sorumsuzlaştırken kadınlarıni baskılamaktadır. Namus kavramı da özünden uzaklaşıp, ahlakı besleyen bir değer olmaktan çıkıp, adaletsizliği ve aslında değersizliği ortaya koymaktadır.
Ne yazık ki günümüzde erkeklerini kendi eliyle namussuzlaştıran toplumumuz, zaman içinde kadınlarını da buna başkaldırmaya zorlayarak yanlış adalet anlayışı neticesinde onları da aynı namussuzluğun içine sürüklemektedir. Namus kavramını ancak hayatımızın tüm alanına yayarak ve cinsiyete indirgemeden sahip çıktığımızda namuslu ve ahlaklı bir toplumdan bahsedebilir ve nesiller yetiştirebiliriz. Değilse daha çok dövünürüz.