BÖLGESEL NÜFUZ STRATEJİSİ

BÖLGESEL NÜFUZ STRATEJİSİ
08-12-2025

3 Ekim 2017’de, Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) Genel Başkanı, Devlet Bahçeli yaptığı bir konuşmada: Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, bağımsızlık referandumuna karşı çıkarak şöyle demişti: ‘’ 81 Düzce’den hemen sonra, 82 Kerkük, 83 Musul deme hakkının önünde, hiçbir güç duramayacaktır’’ Bu ifade ile Bahçeli;  aslında Türkiye’deki illeri sıralı plaka numarası gibi 81, 82, 83 olarak düşünerek; Kerkük ve Musul’u ileride Türkiye’ye bağlanabilecek iller konumuna koyduğunu ima etmişti. Ve dahası Bahçeli ek olarak: ‘’5 bin ülkücü hazır bekliyor Kerkük’e gitmek için’’ ifadesini kullanmıştı. Yani Bahçeli; Kerkük ve Musul’un Türk toprağı olduğunu ve Türkiye’nin gerektiğinde bu topraklarla bağ kurabileceği mesajını vermek istemişti. Bu söylem o dönem ciddi tartışmalara sebep olmuştu. Fakat burada dikkat çekmek istediğim konu çok başka. Bu söylemin arkasında Osmanlı’nın fetih ve toprak bütünleşmesi stratejisi yatıyor. Yani (entegrasyon) dahil etme mantığı. (14-20.yüzyıl) Osmanlı fethettiği hemen her bölgeyi devletin ayrılmaz parçası (memalik-i Osmaniye) haline getiriyordu. Rumeli’den Arap eyaletlerine kadar her bölge; vergilendirme, hukuk, askerlik sistemine entegre edilirdi. Burada İngiliz tarzı ‘’merkez vatan ve koloni ayrımı’’ hiç olmadı. Bu model 16. ve 17. yüzyılda başarılıydı çünkü; toprak genişlemesi devletin gücünü artıran önemli bir unsur sayılıyordu. Fakat; 18 ve 19.yüzyılda bu model artık kaybettirmeye başladı. Topraklar büyüdükçe idari maliyetler arttı.( iletişim, ulaşım, ordu koordinasyonu sorunu) Milliyetçilik akımları başladı.( Yunan 1821, Sırp 1830, Bulgar 1878) Bu milliyetçilik akımları merkezden kopuş yarattı. Avrupa’nın sanayileşmesiyle de günün sonunda: Osmanlı İmparatorluğu, hem askeri hem de ekonomik açıdan geride kaldı. Burada dikkat çekmek istediğim şey; entegrasyon modelinin asla esnek olmamasıdır. Entegrasyon modeli esnek değildi ve bir eyalet isyan ettiğinde bu artık devletten kopuş olarak sonuçlanıyordu. Yani İngiltere gibi, ‘’ kolonileri kaybederim ama merkez sağlam kalır’’ mantığı Osmanlı’da yoktu. Bu model 19. 20. Yüzyılda Osmanlı’nın parçalanmasına sebep oldu.  Doğrudan ana vatan etkilendi. Balkanlarda başlayan kayıp (1912-13) hızla İstanbul’a kadar ulaştı.

Şimdi 16-20. yüzyıl İngiltere’sine baktığımızda ise; burada koloni stratejisi hâkimdi. (Yani; merkez- çevre ayrımına dayalı imparatorluk modeli) İngiltere 16.yüzyıldan itibaren bir merkez vatan (metropole) ve çevre bölgeler (koloniler) ayrımına dayanan bir strateji izlemişti. Yani ana vatan; Britanya Adalarıydı. Periferiler ise; Hindistan, Kanada, Avustralya, Afrika ve Karayip kolonileriydi. Yani koloniler hukuken asla Britanya toprağı sayılmadı ve şirketler ( East India Company) veya valiler tarafından yönetildi. Bu yönetim modeli ile de merkeze ekonomik ve askeri kaynak aktarıldı. Buradaki stratejik sonuca baktığımızda;  merkez vatan, coğrafi açıdan küçük kaldığı için savunması daha da kolaylaştı. Kolonilerin kaybı halinde ise; ana vatan, asla tehlikeye girmedi.( Amerikan Kolonilerinin kaybı 1776, Hindistan’ın kaybı 1947)  İngiltere’nin buradaki kaybı merkez toprakları üzerinden olmadı sadece denizaşırı hâkimiyet alanlarını kaybetmiş oldu. Şimdi bu bağlamdan bakıldığında;  Bahçeli’nin söylemi, aslında jeopolitik bir risk algısına dönüşüyor. Yani ülkenin büyümesi temelde ülkenin parçalanması ile eşdeğer olacaktır. Çünkü; geniş sınırların müdafaası zordur. İçerideki farklı etnik mezhepsel yapılar yönetimi daha da zorlaştırır. Günün sonunda da dış güçler bu çatışmaları manipüle eder. Tarihe baktığımızda bunun sayısız örneği vardır. Osmanlı’nın son dönemlerinde de, işte bu dinamikler görülmüştür. İşte bu sebeple yeniden aynı hataların yapılmaması için, İngiliz tipi koloni modelinin 21.yüzyıl koşullarına uyarlanarak yeniden revize edilip stratejiye dönüştürülmesi kritiktir.

Türkiye’nin güncel durumuna baktığımızda ise; Türkiye, bir ulus devlettir. Yani şu an Osmanlı gibi bir imparatorluk yapısına sahip değildir. Günümüzde artık koloni modelinin uygulanması da hukuki olarak artık mümkün değildir. Genişleme ve entegre etme modeli de geçmişte çalışmadı. Bu sebeple bölgesel nüfuz stratejisi olarak ifade edeceğim model, İngiliz koloni modelinin günümüzdeki ikamesidir. Peki bölgesel nüfuz stratejisi nedir? Bölgesel nüfuz stratejisi; bir devletin komşu veya yakın coğrafyalarda doğrudan toprak ilhakına girişmeden, ekonomik, askeri, diplomatik ve kültürel araçlarla etki alanı ( sphere of influence) oluşturma çabasıdır. Bu model; 21.yüzyılda koloni veya imparatorluk modellerinin yerini alan, modern güç projeksiyonu yöntemidir. Burada çevre ülkeler üzerinde kontrol değil, yönlendirici etki oluşturmak daha kritiktir. Temel amaç; rakiplerin bölgeye girişini sınırlamak, güvenliği derinleştirmek, ekonomik fırsatları artırmak, bölgesel karar süreçlerinde belirleyici ülke konumunda olmak ve çevre ülkede oluşan istikrarsızlıkların ülkeye sıçramasına engel olmaktır. Burada devletler artık hegemonya kurmak yerine nüfuz yaratırlar. Bölgesel nüfuzun araçlarına baktığımızda: Askeri araçlar (yabancı ülkelerdeki askeri üsler, ortak tatbikatlar, güvenlik anlaşmaları, operasyonel varlık,  Ekonomik araçlar; yatırımlar, şirket satın almaları, ticari bağımlılıklar (enerji, gıda, su, ulaşım),  kredi ve finansman programları, altyapı inşası (liman, otoyol, enerji hatları), Diplomatik araçlar; (arabuluculuk rolü, bölgesel örgütlerde liderlik, ikili stratejik ortaklıklar), Yumuşak güç; eğitim bursları, kültür enstitüleri, medya etkisi, din ve tarihi bağların kullanımı vb)  Kısaca; geleneksel kolonicilik, toprak ilhakına ve doğrudan yönetime dayanan, sömürge valileri aracılığıyla zorunlu hiyerarşi kuran ve askerî işgalle sürdürülen bir egemenlik modeliydi. Buna karşılık günümüzün bölgesel nüfuz stratejisi, devletlerin başka ülkelerin topraklarını resmen ilhak etmeden, o ülkelerin yerel hükümetleriyle iş birliği kurarak ve karşılıklı fakat asimetrik bağımlılıklar oluşturarak etki sağlamasına dayanır. Bu modelde kalıcı işgaller yerine askerî üsler, stratejik anlaşmalar, ekonomik yatırımlar ve güvenlik iş birlikleri öne çıkar. Dolayısıyla modern uluslararası sistemde artık kimse Hindistan örneğinde olduğu gibi klasik koloniler kuramaz; ancak aynı ülke üzerinde siyasî, askerî ve ekonomik nüfuz tesis ederek etkili bir güç hâline gelebilir.

 

Türkiye’nin günümüzde izlediği bölgesel nüfuz stratejisi ise; doğrudan toprak ilhakına dayalı değil, çevre coğrafyalarda askerî, ekonomik ve diplomatik etki alanları oluşturmak üzerine kuruludur. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sürekli olarak tekrar ettiği; “kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok” söylemi, bu stratejinin temel ilkesi olarak öne çıkar; yani Türkiye, başka ülkeleri işgal etmek yerine iş birliği ve nüfuz yoluyla güvenlik ve çıkar sağlamayı hedeflemektedir. Bu çerçevede Katar’daki Türk üssü ve Somali’deki deniz üssü ile askerî eğitim tesisleri, Türkiye’nin Körfez ve Afrika Boynuzu’nda sürekli bir güvenlik varlığı kurmasını sağlarken; Suriye ve Irak’ta oluşturulan sınır ötesi güvenlik kuşakları, terör tehditlerini bertaraf etmeyi ve güney sınırlarında stratejik derinlik yaratmayı amaçlamaktadır. Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne verilen askerî destek, Ankara’ya Akdeniz’in batı-batı merkezinde politik ağırlık kazandırırken; Azerbaycan’a sağlanan askerî danışmanlık ve ortak tatbikatlar Kafkasya’daki güç projeksiyonunu pekiştirir. Balkanlar’daki ekonomik yatırımlar ve kültürel girişimler, bölgeyle tarihsel bağlar üzerinden sürdürülen yumuşak güç kapasitesini artırmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, Doğu Akdeniz’de yürütülen enerji diplomasisi, Türkiye’nin deniz yetki alanları ve enerji koridorları üzerindeki etkisini güçlendirerek bu stratejiyi tamamlayan kilit bir unsur hâline gelmektedir. Yani; Türkiye, toprak kazanmayı değil, çevresinde güvenlik çemberi ve nüfuz alanı oluşturmayı hedefliyor. Bu model: Osmanlı gibi entegrasyon (toprağa dahil etme) değil, İngiltere’nin 19. yüzyıldaki merkez–perifer mantığının modernleşmiş hâlidir. Kısacası: Bölgesel nüfuz stratejisi, bir ülkenin yakın coğrafyasında “kontrol eden ama sahip olmayan” bir güç haline gelmesidir. Bu, modern dünyada devletlerin en etkili genişleme ve güvenlik mekanizmasıdır.

 

*Bu yazının hazırlanmasında değerli katkılarıyla bana destek olan Sayın Avukat Onur Demirbozan’a teşekkürlerimi sunarım.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?