
Yolda Sabahattin Bey'i gördüm. Ayaküstü biraz sohbet ettik. Çarşıda bir arkadaşa gelmiş. "Vaktiniz var mı?" dedim, varmış. Köye doğru yola çıktık.
Yollar güzel, dağlar güzel, çamlar hüzünlü.
Sabahattin Pilgir Bey emekli öğretmen. Emekli olduktan sonra da boş durmuyor tabi. Eskişehir Mehter Takımında görevli. Bir halk müziği korosunda korist. Hat sanatıyla uğraşıyor, yakma eserler yapıyor. Yaptıklarını satmıyor. Evlenenlere, ev alanlara vs hediye ediyor.
Dağlara karşı çayımızı içtik. Dağ türküleri vardı;
"Dağlar siz ne dağlarsız,
Kardan kemer bağlarsız,
Gül sizde bülbül sizde,
Siz ne derde ağlarsız.."
Ya da;
"Bu dağlar kömürdendir,
Geçen gün ömürdendir.
Feleğin bir kuşu var,
Pençesi demirdendir."
Zaten bizim türkülerimizin yaklaşık altıda biri dağ ile ilgiliydi. Dağlar donmazdı, dağlar yanmazdı. Sel ne kadar güçlü olursa olsun dağı sürükleyip götüremezdi. Rüzgâr kımıldatamazdı. Birisinin yaptığı iyilik veya kötülük vereceğimiz kararın doğru, adaletli olmasını etkilememeliydi. Dünyanın hırsı, menfaat, nefs vs insanı önüne alıp sürükleyememeliydi, kımıldatamamalıydı. Dağ dediğin dik dururdu zaten.
Tarlada sarmaşık gördük. Bir demire sarılmıştı. Sarmaşık "aşaka" dan geliyordu. Ağaç topraktan, sarmaşık da ağaçtan besleniyor, sonra da onu kurutuyordu. Aşk da kurutuyordu bazılarını.
Kütahya da yaşamış bir müddet Sebahattin Bey. Mehmet Dumlu Hoca'dan, Hisarlı Ahmet'ten, Ahmet Yakupoğlu'ndan bahsettik. Hani bir Kütahya türküsünde diyor ya; "Salım geldi Musalla'ya dayandı." "İşte o Musalla Mezarlığının yakınında resim yaparken görmüştüm Ahmet Yakupoğlu'nu" dedi.
Yavuz Bülent Bakiler'e sormuşlar "Çay alır mısınız?" diye. "Alırım da fiyatı ne?" diye sormuş. Bu cevabı hiç unutmamış.
Turgut Güler Ağabey de "Duş alacağım", "banyo yapacağım" gibi cümlelerle örnek vermişti Türkçe'yi doğru kullanmak için.
Bir müddet de Emirdağ da görev yapmış Sebahattin Bey. Yaşlı nineler dua ederken "Tüyün dökülmesin" derlermiş. Yine onlar gibi söyledi çayını içtikten sonra "Şeref çayınız olsun."
Mezarlığa uğradık. Ahmet, babamın, annemin mezarına tarladan getirdiği vişne fidanlarını dikmişti. Gider onları sular, bakımını yapar. Benim mezarlığı ziyaretimde fidanlar su dökmem için su dolu şişeler bırakır. "Bu adam yaşlı, gidip su getiremez, o yüzden hazır su bırakayım" diye düşünür. Boşalınca yine doldurur onları.
Giderken bir esnafa uğradık. Beni görünce anlattı. "Sizin Kuyubaşı'nda bir lokantaya gittik arkadaşla, birer çorba söyledik. Çorbalar geldikten sonra ben bir parça limon istedim. Yanımdaki arkadaş 'Lokantacıya hakkınız geçer' dedi. Eğer limonu çorbanın yanında getirirseler o ücrete tabi imiş ama ayrı istesen parasını vermeliymişsin. Eğer beğenmiyorsan bir dahaki sefere çorba içmeye başka yere gitmeliymişsin."
Demin gelirken baktım. Seksen yaşındaki Ali Ağabey de üzerine vazife olmayan yolları süpürüyordu sabahın erken saatlerinde.
Böyle güzel insanların varlığını bilmek ne güzel...