SUDANLAŞMA SENDROMU: Kaybolan Devletler / SUDANIZATION SYNDROME: Disappearing States

SUDANLAŞMA SENDROMU: Kaybolan Devletler / SUDANIZATION SYNDROME: Disappearing States
04-11-2025

‘’Sudanlaşma Sendromu’’ olarak ifade edeceğim olgu; bir devletin iç dinamikleri, ekonomik kırılganlıklarının, dış müdahaleler ve kimlik temelli bölünmelerle nasıl adım adım, sessizce çöküşe sürüklendiği süreci tanımlar. Şu bir gerçek ki, ne bir ülke, ne bir kurum, ne bir şirket, ne de bir insan, bir günde çökmez; çoğunlukla adım adım erirken, hala ayakta dururlar ve güçlü görünürler. Aynı şekilde; kırılgan devletler de, çökerken ayakta görünürler. (Tıpkı, bir binanın kolonları çatladığında hala ayakta durması gibi)

Uluslararası İlişkilerde Realist Teori; devletleri yaşayan organizmalar olarak görür. Bu organizmanın güç damarlarını; ordu, ekonomi ve kurumlar oluşturur. Güç damarları yavaş yavaş tıkanmaya başladığı an, devletin bedeni de yavaş yavaş felç olur. İşte bu bağlamda ‘’Sudanlaşma Sendromu’’ dediğimiz olgu, bu felcin üç evresinden geçer. İlk evre; kurumsal erozyondur. Devletin kurumları ( yargı, polis, kamu hizmeti) siyasallaşır ve güven kaybeder.

Bu süreç Sudan’da; Omar el-Beşir ile başladı. Beşir, 1989 yılında askeri darbe ile göreve gelmişti ve 2019 yılında kitlesel halk hareketleri ve ordu müdahalesiyle görevden alınmıştı. Otoriter rejimi, demokratik kurumları tahmin edileceği üzere zayıflatmıştı. İnsan hakları ihlalleri, kaynakların hakkaniyetsiz dağıtımı, tabii ki günün sonunda, Darfur çatışmalarını tetikledi.(2003) Beşir’in yönetimindeki iç çatışmalar, beraberinde kuzey-güney gerilimini oluşturdu. Ve günün sonunda Güney Sudan’ın bağımsızlığı tetiklendi ve 2011’de Güney Sudan’ın ayrılması ile Sudan önemli petrol gelirlerini kaybetti. Bu kayıp  %75 olarak kaydedilmiştir. Zamanla yatırımların azalması, ülkenin borç yükünün artması, diplomatik ve ekonomik izolasyon sonucunda, ülke artık uzun yıllar sürecek olan bir kırılganlığa düşmüş oldu.

‘’Sudanlaşma Sendromu’’ dediğimiz olgunun ikinci evresi de tam da bu kırılganlaşma sonrası dönemde ortaya çıkar. Kırılganlık, ‘’Dual Power’’ yani; iki otoritenin aynı anda fiilen güç kullandığı duruma ve ikinci evre olan ‘’çift güçlü’’ döneme evrilir. Sudan’da çift güç alanı (dual power) 2019 yılı protestoları ve Omar el-Beşir’in devrilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştı. Aralık 2018- Nisan 2019 arasında ülke genelinde ekonomik kriz ve yükselen fiyatlardan dolayı kitlesel protestolar başlamıştı. 11 Nisan 2019’da ordu artık halk baskısından dolayı Beşir’i görevden almak zorunda kalmıştı. Nisan –Ağustos 2019’da Askeri konsey (Sovereign Council) yönetimi devraldı ama sivil liderliğe sahip protesto komiteleri ve politik hareketler fiilen sokaktaydı ve bazı kurumlarda halen etkili güçler olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Ağustos 2019’ da Askeri- Sivil geçiş hükümeti ( Sovereign Council / Başbakan Abdalla Hamdok liderliğinde) kuruldu. İşte tam da bu evrede çift güç alanı oluştu çünkü hala güç paylaşımı ve anlaşmazlıklar konusunda tam bir uzlaşma yoktu. Bu çift güç evresi; birden fazla silahlı grubun ortaya çıktığı evredir.

Burada ordu, milisler, kabile birlikleri hepsi kendi bölgelerinde mini devlet (devlet içinde devlet) olurlar. Bu aşamada zaten artık güç paylaşımının olması imkânsızdır. Çünkü her biri meşruiyeti kendinde görür. Sudanlaşma Sendromunun son evresine geldiğimiz de ise; bu evre artık toplumsal çözülme evresidir. Burada artık halk için devlet yoktur. Halk devletin varlığına artık inanmaz. Kimse vergi ödemez, kimse yasa tanımaz, kimse devletin koruyucu otoritesine inanmaz. Ve iç savaşın artık başladığı döneme girilir. Devletin güvenlik aygıtı ikiye bölününce klasik Weberci anlamda ‘’meşru şiddet tekeli’’ de ortadan kalkmış olur. Bu boşlukta da, şiddet tek meşru dil haline gelir. Hukukun, yargının, sosyal korumanın olmadığı bir yerde, güç; mutlak belirleyici olur. Bu sebeple; Sudan’dan ekranlara yansıyan vahşet görüntüleri aslında kuralsızlığın doğal bir sonucudur. Ne kadar acı olursa olsun bu, bir kaosun mantıksal sonucudur ve asla tesadüf değildir. Ne yazık ki bu tablo sadece Sudan’a özgü de değildir. Aynı patoloji Somali’de Yemen’de hatta bir dönem Lübnan’da da yaşanmıştı.

Aslında Sudan’ın genç nüfusu, tarımsal potansiyeli ve önemli oranda altını var ama savaş denilen olgu maalesef sadece şehirleri değil ekonomik rasyonaliteyi de yok eder. Gıda, ilaç ve yakıt savaşın yeni para birimi olur. Ve artık her şey bir kaynak savaşına döner. Kim daha çok kontrol eder ele geçirirse, o daha çok yaşar. Artık, devletin ekonomisi tıpkı kalbi durmuş bir organizma gibi, yalnızca dış yardımla atacak hale gelmiştir. O klasik söylemi yeniden tekrar edelim, güç boşluğu, asla uzun sürmez ve hızla doldurulur. Bu aşamada her bir yabancı aktör ‘’istikrar’’ kılıfı adı altında kendi çıkarını maksimize etmek için devreye girer. Ve bir iç savaş günün sonunda bölgesel bir vekâlet savaşına döner. (Sudan örneğinde olduğu gibi)

Realizm Teorisi tam da bu evrede kendini yeniden gösterir. Uluslararası sistem, zayıf devletleri bir etki alanı olarak görür. Yani bu noktada; Sudan, küresel sistemde bir özne değil, bir nesne haline gelmiştir. Tam da ‘’sudanlaşma’’ dediğimiz şeyin en tehlikeli aşaması burasıdır. Çünkü artık ülkenin kaderi kendi sınırlarının dışında çizilir. Bir diğer önemli konu da, kimliklerin parçalanması konusudur. Eğer ‘’Biz’’ ortadan kalkarsa bu noktada artık herkes herkese düşmandır. Sudan’da artık insanlar ‘’Sudanlı’’ olarak değil, Fur, Zaghawa, Arab ya da Nuba olarak tanımlanmaya başladı. Birlik ve beraberlik ruhu savaşın ilk kurbanı oldu. Bu nokta da kimlik temelli siyaset, her grubu kendi silahlı savunmasına iter. Artık şiddet politik bir araç değil bizatihi kimliğin ta kendisi haline gelir. Realist perspektiften bu durum, devletin ‘’toplumsal sözleşmesini’’ kaybettiği anlamına gelir. Devletin halkla kurduğu görünmez güven bağı, hızla kopmuştur. Bu andan itibaren artık hiçbir reform, hiçbir seçim, hiçbir barış anlaşması, artık işe yaramaz. Çünkü; devletin ruhu çoktan ölmüştür.

Sudanlaşma, aslında küresel bir uyarı olmalıdır. Sudan; bugün Afrika’nın değil, dünyanın geleceğine dair bir uyarı olmalıdır. Zayıf devletler zincirleme biçimde çökerken, güçlü devletler bunları ‘’jeopolitik fırsat’’ olarak görüyor. Sudan’dan kaçan milyonlarca mülteci, başka kıtaların siyasetini, ekonomisini ve toplumsal dengelerini değiştirecek, belki de sarsacak; ancak dünya bu felakete karşı hâlâ kayıtsız. Tarih ise, böylesi kayıtsızlığın bedelini daima gecikmeli de olsa, ağır bir biçimde ödetmiştir.

Sudan’daki iç savaş ve siyasi kaos, Sudan’ın coğrafi ve stratejik konumu nedeniyle birçok bölgesel ve küresel aktör için farklı çıkar alanları yaratıyor. Bu farklı çıkarlar, bazen doğrudan müdahaleleri tetiklerken, bazen de dolaylı destek veya diplomasi yoluyla etkisini gösterebilir. Bu bağlamda; hangi ülke, hangi çıkarından dolayı hangi olası müdahaleyi yapacak bu senaryolara bakalım. Kuzey Afrika ile Doğu Afrika arasında stratejik bir geçiş noktası olan Sudan, Kızıldeniz’e kıyısı bulunan, göç yollarının kavşağında yer alan ve terör örgütleri için transit bir bölge konumundadır. Ülke, petrol, altın ve diğer minerallerin yanı sıra verimli tarım arazilerine de sahiptir.

Tüm bu veriler ışığında; Mısır’ın, Nil Nehri su kaynakları, sınır güvenliği, Darfur ve güney sınır istikrarı, çıkar alanları için;  SAF’a siyasi destek, dolaylı askeri destek ve diplomatik nüfuz sağlaması, olası beklenen müdahalesi olacaktır.

Burada, Nil Nehri çok kritiktir. 11 ülkenin (Sudan, Güney Sudan, Mısır, Etiyopya, Eritre, Kenya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda, Tanzanya, Ruanda, Burundi) sınırından geçer. Dünyanın en uzun nehirlerinden biridir ve Afrika kıtasında akar. Kaynağı Güney Sudan ve Etiyopya civarındaki göllerden başlayıp, Mısır üzerinden Akdeniz’e dökülür. Bu sebeple Etiyopya, Nil su dengesi, Tigray ve sınır güvenliği çıkar alanları için, Sudan’daki durumu kendi sınır güvenliği bağlamında izler, olası müdahalesi de, sınırlı askeri destek ve diplomasi şeklinde öngörülebilir. Sudan’ın diğer komşularına baktığımızda (Güney Sudan, Eritre, Çad) mülteci akışı kontrolü, kaynak tedariki ve sınır güvenliği çıkar alanları için; hem arabuluculuk, hem de bazı gruplara lojistik destek sağlayabilecekleri öngörülebilir. Suudi Arabistan / BAE ise; Kızıldeniz’in kontrolü, stratejik limanlar ve ekonomik çıkarlar için RSF veya diğer milislere dolaylı finansal ve askeri destek sağlayarak diplomatik nüfuz artırımı yoluna gidebilirler. Türkiye/ Katar üzerinden baktığımızda ise, Kızıldeniz limanları ve lojistik üsler çıkar alanları için, belirli şehirlerde insani ve lojistik destek vermeleri, diplomatik arabuluculuk yapmaları öngörülebilir. İsrail için ise; Kızıldeniz’e erişim ve güvenlik kritik bir noktada. Sudan Kızıldeniz’in batı kıyısında yer alıyor ve burası İsrail için Süveyş Kanalı ile Hint Okyanusu’na giden deniz ticaret yollarının yakınında yer alıyor. Yani Sudan limanları (Port Sudan) İsrail’in askeri ve ekonomik lojistiği için stratejik bir önemdedir. Bu noktada İsrail’in, ABD ve Suudi Arabistan gibi aktörlerle koordineli hareket edip, uydu ve dronlarla SAF ve RSF hareketlerini izleyip istihbarat toplama ve gözetleme yapması öngörülebilir. Küresel aktörlerden ABD’ye baktığımızda, Kızıldeniz güvenliği, Çin’in etkisini sınırlama ve terörizmin yayılmasını önleme amacıyla; silah ambargosu, diplomatik baskı, insani yardım ve dolaylı askeri danışmanlık sunabilir. Çin ise, Kızıldeniz lojistik üsleri, petrol ve maden yatırımları için RSF veya hükümet ile enerji anlaşmaları, diplomatik destek ve sahadaki lojistik yatırımları koruma adına hamleler yapabilir. Rusya; silah satışı, altın ve kaynak yatırımı ve Afrika’da nüfuz oluşturma gibi çıkar alanları için, Wagner benzeri özel birlik desteği ile RSF ve diğer milislere silah ve eğitim desteği sunabilir. AB ise, göç akışını kontrol etme ve istikrar sağlama gibi çıkar alanları için doğrudan askeri destek ve müdahale olmadan, diplomatik baskı, insani yardım ve bazı yaptırımları uygulama yolunu seçebilir. Sonuç olarak Sudan; çıkarların çatıştığı ve güç dengelerinin yeniden kurulduğu bir sahneye dönüşmüştür; üstelik bu sahne yalnızca Afrika’nın değil, tüm dünyanın merkezindedir. Nil Nehri ve Kızıldeniz’in stratejik önemi ise, bu büyük oyunun kaderini belirleyen unsurlardır.

_____________________________________________________________________________________________

The phenomenon I will refer to as "Sudanization Syndrome" describes the process by which a state's internal dynamics and economic vulnerabilities are gradually and silently dragged into collapse by external interventions and identity-based divisions. It is a fact that no country, no institution, no company, no individual collapses overnight; they often erode gradually, yet remain standing and appear strong. Similarly, fragile states appear to stand tall even as they collapse. (Just as a building still stands when its columns crack.)

Realistic  Theory in International Relations views states as living organisms. The power veins of this organism are the army, economy, and institutions. As these veins of power gradually become clogged, the state's body gradually becomes paralyzed. In this context, the phenomenon we call "Sudanization Syndrome" goes through three stages of this paralysis. The first stage is institutional erosion. State institutions (judiciary, police, civil service) become politicized and lose credibility.

This process began in Sudan with Omar al-Bashir. Bashir came to power in a military coup in 1989 and was removed from office in 2019 by mass popular movements and military intervention. His authoritarian regime predictably weakened democratic institutions. Human rights violations and the unjust distribution of resources, of course, ultimately triggered the Darfur conflict (2003).

The internal conflicts under Bashir's rule created tensions between north and south. Ultimately, South Sudan's independence was triggered, and with South Sudan's secession in 2011, Sudan lost significant oil revenues. This loss has been recorded as 75%. Over time, the country's decline in investment, increasing debt, and diplomatic and economic isolation have left the country in a state of fragility that will persist for years to come.

The second phase of what we call the "Sudanization Syndrome" emerges precisely in this post-fragility period. Fragility evolves into "Dual Power," a state in which two authorities simultaneously wield de facto power, and the second phase, "double power." In Sudan, dual power emerged immediately after the 2019 protests and the overthrow of Omar al-Bashir. Mass protests erupted across the country between December 2018 and April 2019 due to the economic crisis and rising prices. On April 11, 2019, the military was forced to remove Bashir due to popular pressure. The Sovereign Council took over from April to August 2019, but civilian-led protest committees and political movements were actively on the streets and still maintained an influential presence in some institutions. A transitional military-civilian government (led by the Sovereign Council/Prime Minister Abdalla Hamdok) was established in August 2019. It was precisely during this phase that a dual power sphere emerged, as there was still no full agreement on power-sharing and disputes. This dual power phase was the phase in which multiple armed groups emerged.

Here, the army, militia, and tribal unions all become mini-states (states within states) within their own regions. At this stage, power-sharing is impossible, as each sees its own legitimacy. When we reach the final stage of the Sudanization Syndrome, this stage is one of social disintegration. Here, the state no longer exists for the people. The people no longer believe in the existence of the state. No one pays taxes, no one respects the law, no one believes in the state's protective authority. And we enter a period of civil war. When the state's security apparatus is divided in two, the "monopoly of legitimate violence," in the classical Weberian sense, is also eliminated. In this vacuum, violence becomes the only legitimate language. In a place where there is no law, no judiciary, and no social protection, power becomes the absolute determinant. Therefore, the images of brutality appearing on screens from Sudan are actually a natural consequence of lawlessness. No matter how painful, this is the logical consequence of chaos and is by no means a coincidence. Unfortunately, this situation is not unique to Sudan. The same pathology was experienced in Somalia, Yemen, and even Lebanon for a time.

In fact, Sudan has a young population, agricultural potential, and a significant amount of gold, but unfortunately, war destroys not only cities but also economic rationality. Food, medicine, and fuel become the new currency of war. And now everything turns into a resource war. Whoever controls and seizes more, lives longer. The state's economy, like an organism whose heart has stopped, is now reliant solely on foreign aid. Let's reiterate that classic saying: a power vacuum never lasts long and is quickly filled. At this stage, each foreign actor steps in to maximize their own interests under the guise of "stability." And a civil war eventually turns into a regional proxy war. (As in the Sudan example.)

Realism Theory reasserts itself precisely at this stage. The international system views weak states as spheres of influence. In other words, at this point, Sudan has become an object, not a subject, in the global system. This is precisely the most dangerous stage of what we call "Sudanization." Because now the country's fate is determined beyond its own borders. Another crucial issue is the fragmentation of identities. If "we" disappears, everyone becomes an enemy to everyone else. In Sudan, people no longer identify as "Sudanese," but as Fur, Zaghawa, Arab, or Nuba. The spirit of unity and solidarity became the first casualty of war. At this point, identity-based politics pushes each group to its own armed defense. Violence no longer becomes a political tool, but identity itself. From a realist perspective, this means the state has lost its "social contract."

The invisible bond of trust the state has established with the people has been rapidly severed. From this moment on, no reforms, no elections, no peace agreements will be of any use. Because the soul of the state is long dead.

Sudanization should, in fact, be a global warning. Sudan should be a warning not only for Africa but for the future of the world. While weak states are collapsing in a chain reaction, powerful states see these as "geopolitical opportunities." Millions of refugees fleeing Sudan will change, perhaps even shake, the politics, economies, and social balances of other continents, yet the world remains indifferent to this disaster. History, however, has made us pay a heavy price for such indifference, albeit belatedly.

The civil war and political chaos in Sudan, due to its geographical and strategic location, create divergent interests for many regional and global actors. These divergent interests can sometimes trigger direct interventions, while other times they can exert their influence through indirect support or diplomacy. In this context, let's examine these scenarios, which country might intervene based on which interests. Sudan, a strategic transit point between North and East Africa, borders the Red Sea, is at the crossroads of migration routes, and serves as a transit zone for terrorist organizations. The country possesses fertile agricultural lands, as well as oil, gold, and other mineral resources. 

In light of all this data, Egypt's expected intervention will be to provide political support, indirect military support, and diplomatic influence to the SAF for the Nile River water resources, border security, stability in Darfur and the southern border, and areas of interest.

The Nile River is crucial here. It crosses the borders of 11 countries (Sudan, South Sudan, Egypt, Ethiopia, Eritrea, Kenya, the Democratic Republic of Congo, Uganda, Tanzania, Rwanda, and Burundi). It is one of the longest rivers in the world and flows through the African continent. Its source originates in lakes near South Sudan and Ethiopia and flows into the Mediterranean Sea via Egypt. Therefore, Ethiopia monitors the situation in Sudan within the context of its own border security, considering the Nile water balance, Tigray, and border security interests. Potential intervention can be anticipated in the form of limited military support and diplomacy. Looking at Sudan's other neighbors (South Sudan, Eritrea, Chad), they can provide both mediation and logistical support to certain groups for refugee flow control, resource supply, and border security interests. Meanwhile, Saudi Arabia/UAE may seek to increase diplomatic influence by providing indirect financial and military support to the RSF or other militias for control of the Red Sea, strategic ports, and economic interests. From a Türkiye/Qatar perspective, Red Sea ports and logistics bases can be envisioned providing humanitarian and logistical support and diplomatic mediation in certain cities for their areas of interest. For Israel, access to the Red Sea and security are critical. Sudan is located on the western coast of the Red Sea, close to Israel's maritime trade routes to the Suez Canal and the Indian Ocean. Therefore, Sudanese ports (Port Sudan) are strategically important for Israel's military and economic logistics. In this regard, Israel can be envisioned to coordinate with actors such as the US and Saudi Arabia, monitoring SAF and RSF movements with satellites and drones, gathering intelligence, and conducting surveillance. Looking at the US as a global actor, it can offer arms embargoes, diplomatic pressure, humanitarian aid, and indirect military advice to address Red Sea security, limit China's influence, and prevent the spread of terrorism. China, on the other hand, could pursue energy agreements with the RSF or the government for Red Sea logistics bases, oil and mining investments, diplomatic support, and the protection of logistics investments in the field. Russia could offer arms and training to the RSF and other militias, along with Wagner-style special unit support, for areas of interest such as arms sales, gold and resource investments, and the establishment of influence in Africa. The EU, on the other hand, could opt for diplomatic pressure, humanitarian aid, and the imposition of some sanctions, without direct military support or intervention, for areas of interest such as controlling migration flows and ensuring stability. Consequently, Sudan has become a theater where interests clash and the balance of power is being reshaped; moreover, this theater is at the center not only of Africa but of the entire world. The strategic importance of the Nile River and the Red Sea are the deciding factors in this grand game.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?