Açıkçası dikkatli gözler; Washington’ın diplomaside yeni bir dil arayışına girdiğini, hemen fark eder. Fakat, bu yeni dil, alışık olduğumuz şeyin dışındadır. Daha geniş, daha kapsayıcı ve daha temkinli… İlginç bir şekilde bu arayışın merkezindeki en sembolik adım, Amerikalı Papa’nın Türkiye ziyareti oldu. Elbette ki, bu ziyaretin rastlantısal olmadığını, diplomasi tarihinden biliyoruz. Peki, bu durum; ABD’nin İsrail lobisine aşırı yaslanmanın getirdiği, ağır maliyeti fark etmesinin, bir sonucu mu? Şu artık bilinen bir gerçek ki, İsrail lobisinin çıkarı; her zaman ABD’nin çıkarı değildir. On yıllar boyunca bilindiği üzere; ABD dış politikasının ritmini, çoğu zaman İsrail’e yakın çevrelerin etkisi, belirledi. Burada lobinin gücünü, kimse inkâr edemez. Ancak bugün; Washington’ın soğuk odalarında, başka bir fikir dolaşıyor olabilir. Çünkü; ulusal çıkar, artık tek bir gündemin gölgesine sığamayacak kadar büyüktür.

Son zamanlarda; İsrail’in, iç politikasında sertleşmesi, uluslararası alanda artan yalnızlığı ve insan hakları dosyalarının, Amerika’yı sıkıştırması sonucunda artık; Amerikan siyaseti yeni bir yol arayışına girmiş olabilir. Şimdi müttefikinizi korumak başka bir şeydir, onun tüm krizlerini sırtlamak, başka bir şeydir. Bu noktada; Amerika için, üç kritik risk artık görünür hale gelmiştir. Ortadoğu’da İsrail’e aşırı bağımlılık riski bunlardan ilkidir. Washington; artık görüyor ki, İsrail merkezli bir güvenlik mimarisi, ABD’nin Arap dünyasındaki manevra alanını, oldukça daralttı. Burada artık aşırı yakınlık, diplomatik bir izolasyona dönüşmektedir. İkinci risk ise; Avrupa’dır. Yani Avrupa; artık Kudüs merkezli politikalarda, Amerika’nın kayıtsız şartsız desteğini, sorgular hale geldi. Açıkçası ABD için; transatlantik ittifak, tek bir ülkenin iç politikasına fazla yatırılmış durumdadır. Üçüncü ve son risk elbette ki, Amerikan kamuoyudur. Genç seçmenler, Demokrat tabanı, Klise örgütleri, akademisyenler ve hatta bazı Cumhuriyetçi çevreler: ‘’ABD çıkarı eşittir, İsrail çıkarıdır’’ denklemini, artık kabul etmiyorlar. Bu artık 1990’ların, 2000’lerin dünyası değil. Şimdi bu bağlamdan bakıldığında; Amerikalı Papa’nın Türkiye ziyareti, bu sarmaldan çıkmak için konuşulacak yeni dilin sembolü olabilir mi? Evet aslında; basında, Papa’nın ziyareti din ve tarih bağlamından, gerekçelendirilerek açıklanmaya çalışılıyor. Ama siyaset denilen olgu; sadece görünen yüz değildir, aynı zamanda verilmek istenen mesajdır da. Peki, verilmek istenen mesaj nedir? Mesaj kim tarafından verilmek isteniyor? Kime karşı? ABD, Hristiyan dünyası üzerinden, yeni bir yumuşak güç alanı inşa ediyor olabilir? ABD’nin yıllardır, Ortadoğu’daki tek stratejik kimliği; İsrail ve güvenlik üzerinden yürütüldü. Ama artık şimdi; ABD şunu demek istiyor olabilir: Bu bölgeyi, tek bir çıkar alanı üzerinden okuyamayız, okuyamadık. Peki, neden bu mesaj, Türkiye üzerinden verilmiş olabilir? Çünkü; Türkiye, hem NATO üyesi, hem Müslüman dünyaya açılan bir kapı, hem de Hristiyanlığın tarihi belleğine sahip kilit bir ülkedir. ABD, tam da bu sebeplerden ötürü, Türkiye üzerinden denge politikasını yeniden kurmak istiyor olabilir. Yani açıkçası Amerikalı Papa’nın Türkiye’de görünmesi; Batı’nın tek sesli değil, çok kanallı bir aktör olduğun mesajını taşıyor olabilir. Şimdi bu hamle İsrail’den kopuş olarak mı değerlendirilmeli? Elbette ki, hayır. ABD burada; angajmanın tonunu ayarlamak istiyor olabilir. Koşulsuz desteğin yerini: eleştirel müttefiklik, ulusal çıkar temelli destek, yakın ama bağımlı olmayan yeni bir stratejiyle takas etmek istiyor olabilir. Aslında Amerikalı Papa’nın Türkiye ziyareti; tam da bu yeni politikanın en yumuşak, ama en güçlü işaretlerinden birisi olabilir. Kısaca ABD; eski politikasına devam ederse, bu artık günün sonunda dünyanın ağırlık merkezini değiştiren bir aşamaya dönüşecektir. Amerikan kamuoyu da artık açıkça görüyor ki, İsrail lobisinin yönlendirmesiyle yürütülen dış politika, iç siyaseti ciddi şekilde kutuplaştırıyor, müttefiklerinden uzaklaştırıyor ve diplomatik sahada kaybettiriyor. Washington, artık tek bir müttefikin çıkarına bağımlı kalarak dünya siyasetine yön vermenin maliyetini açıkça görüyor. Tek bir lobinin etkisiyle alınan kararların iç siyasette kutuplaşmaya yol açtığı, müttefikleri uzaklaştırdığı ve diplomatik sahada kaybettirdiği gerçeği, artık göz ardı edilemez. Bu nedenle ABD; dış politikasını, çok merkezli bir perspektifle yeniden inşa etmeye çalışıyor. Sadece stratejik ve askeri çıkarları değil, ekonomik, kültürel ve diplomatik dengeleri de, hesaba katıyor. Papa’nın Türkiye ziyareti ise; bu yeni yaklaşımın somut bir göstergesi olarak öne çıkıyor: Bir yandan dini ve kültürel köprüleri güçlendirmek, diğer yandan bölgesel dengeyi ve çok taraflı diplomatik alanı desteklemek. Washington için bu, geçmişte tek taraflı bir güvenlik ve çıkar stratejisiyle yürüttüğü dış politikadan, ders çıkarma ve artık daha esnek, kapsayıcı ve dengeli bir yol izleme çabasıdır. Sonuç olarak; yeni düzenin kurulmasında Türkiye, coğrafi konumu, diplomatik ağı ve tarihî mirasıyla vazgeçilmez bir merkezdir. ABD’nin bu çok merkezli dış politika vizyonu kesinlikle Türkiye olmadan tamamlanamaz.
