Aşk Nefretten Daha Fazla Öldürür

04-05-2022

Beni öldürüyor mesela, hayallerimi, sesimi, kalemimi, söylemek ve yazmak istediklerimi… Hepsini teker teker katlediyor.

Onsuz var olamayacağımızı her gün hiç üşenmeden hatırlatarak benliğimizi, varlığımızı kendisine esir etmek istiyor ve bu, her geçen gün daha da zincirlerinden kopamadığımız bir ızdırap haline geliyor…

Yediden yetmişe, dil, din, ırk fark etmeksizin hepimizin arasına sızıyor, sinsi bir rahatsızlık gibi içimize, gözeneklerimize işliyor.

Bizlereyse buna teslim olmaktan ve kabullenmekten başka hiçbir seçenek düşmüyor.

Geçen haftaki köşe yazımda sosyal medyanın bizi yalnızca fiziksel olarak değil, kişisel olarak da birbirimize benzettiğini söyledikten sonra her şeyi bir kenara bırakıp tamamıyla bu konunun üstüne düşerek durumun ne kadar ciddi olduğunu kavramaya çalıştım.

Durumun beklediğimden, umduğumdan veya fark ettiğimizden daha ciddi olduğu ise adeta bir tokat gibi çarpıldı yüzüme.

Hayır, sizlere artık herkesin ne kadar da aynı hayatı yaşadığından, neredeyse tüm insanların gündelik hayatının ve monoton rutininin birbirinden farksız hale geldiğinden falan bahsetmeyeceğim. Bundan defalarca bahsedildi ve herkes tarafınca da biliniyor zaten.

Ben sizlere gözünüzden kaçtığını düşündüğüm bir şeyden söz edeceğim.

Geçen haftaki köşe yazımda günümüzde kim, hangi işi icra ediyor olursa olsun işinde ciddiyse ve bir yerlere gelmek istiyorsa ‘’İnstagram’’ gibi sosyal medya uygulamalarının seçenekten daha çok zorunluluk haline geldiğinden bahsetmiştim.

Bu hafta ise izninizle başka bir zorunluluktan hayıflanmak istiyorum.

Gündelik hayatımızın en büyük zorunluluğu haline gelmiş olan iki şeyden:

Aşk ve cinsellikten.

Yaptığınız işte bir yerlere gelmek istiyorsanız sosyal medya uygulamalarını kullanmanızın neredeyse zorunlu olduğu gibi aynı şey bu ikisi için de geçerli. Dedikleri gibi, ‘’Ne yaparsan yap, aşk ile yap.’’ Ben bu söze bir eklemede bulunmak ve ‘’Aksi taktirde yapamazsın zaten,’’ demek istiyorum.

İşin cinsellik boyutu işten işe değişirken söz konusu aşk olduğunda hiç şüphe yok ki her şey için geçerli hale geliyor.

Mesela günümüz ekonomisinde bir film çekiyorsanız eğer, aşkı ve cinselliği dahil etmeniz seçenekten ziyade neredeyse zorunluluk artık.

Çünkü rakiplerinizin neredeyse hepsi bunu yapıyor ki onlar da zaten, onların rakipleri bunu yapıyor diye yapıyor. Yani bu sonsuz bir döngü haline gelmiş bulunmakta ve bizlerin ise buna uymaktan başka hiçbir çaresi kalmadı ne yazık ki.

Batı kültürüyle yetişen neredeyse tüm dizi ve filmlerde bu yıllardır yapılmaktaydı ama Türkiye gibi, pek çok ülkeyle kıyaslandığında belirli başlı konularda geride kalmış ülkelerde ise bu yeni yeni boy göstermeye başlamış halde.

Örnek olarak siz, bir bilim kurgu filmi çekmek ve doğal olarak da hiçbir alakası olmadığı için aşkı ve cinselliği dahil etmek istemiyorsanız şayet, tahmin dahi edemeyeceğiniz kadar yanılıyorsunuz. Tabi, bunlar olmadan da çekebilirsiniz lakin ulaşabileceğiniz kitle, insan sayısı ve konum istatiksel boyutta diğer seçeneğe göre öylesine az olacaktır ki çektiğiniz filmi en baştan hazırlayıp onları da eklemek isteyeceksinizdir.

Ben mesela, genel olarak korku, psikolojik gerilim, bilim kurgu ve fantastik türlerinde eserler okumayı, izlemeyi ve kısacası takip etmeyi seven biri olduğum için doğal olarak da kaleme almak istediğim türler de bunları içeriyor oluyor hep.

Hayatım boyunca izlediğim aşk veya romantik film sayısı ise bir elin parmaklarını geçmediği için de tahmin edersiniz ki bir korku kitabı yazarken aşkı dahil etmekten kaçınıyorum. Çünkü bana göre aşkın karanlık bir kitapta yeri yok. Nasıl ki bir romantik komedi filminde bir seri katil tarafından işlenen cinayetler silsilesini izlemeyi beklemiyorsanız, bir korku kitabı okurken de gökkuşakları, kelebekler, aşk böcekleri görmeyi beklemezsiniz, öyle değil mi?

İşte o ince çizgi burada kalınlaşıyor ve burada ayrışıyor her şey.

Aşk veya cinsellikle ilgili bir şey yapıyorsanız başka herhangi bir şeyi dahil etmeniz katiyen gerekmiyor.

Fakat bu ikisiyle alakasız bir şey yapıyorsanız onları dahil etmek zorundasınız.

İki kere iki dört.

Yoksa kendinizi dilediğiniz yerlerde bulamayabilir, hayalleriniz ince bir cam parçasından daha hızlı ve kolay bir şekilde kırılabilir, hak ettiğinizi sandığınız değerin ise çeyreğini bile göremiyorken dizlerinizin bağı çözülmüş halde kalabilirsiniz.

Bu yazıyı okurken burun kıvıran ya da yazdıklarıma inanmayan birisi varsa da büyük ihtimalle henüz bu tür şeyleri tecrübe edebileceği bir işe girişmemiştir. Çünkü bu gerçekten de ne eksik ne de fazla, direkt olarak böyle.

Sırf bu nedenlerden dolayı hiç sevmesem de kalemimin ona yatkın olduğunu düşünmeyip yazmaktan zerre keyif almasam da şu anda kaleme alıyor olduğum kitabıma ‘’aşk’’ eklemeye çabalıyorum. Yani ben neden bunu ‘’bir nevi’’ yapmak zorundayım. Neden özgürlüğüm bu şekilde belirli bir yere kadar kısıtlanıyor.

‘’Yapma o zaman,’’ dediğinizi duyar gibiyim ancak öyle olmuyor işte.

Ciddi bir yazar olarak ilerlemek istediğim bu yolda bunu yapmak, dediğim gibi benim neredeyse görevim. Başka bir seçeneğim bulunmamakta.

Boyun eğmeyi reddedip kendi burnumun dikine gidecek olursam diğer türlü ulaşabileceğim kitlenin çeyreğine dahi ulaşamayabilirim örnek olarak.

Bir önceki yazımda bahsettiğim yazar arkadaşım,

‘’Ben senin yerinde olsam ilk olarak aşk ya da yetişkin kurgu(kısacası cinsellik) ile işe başlar, tutuldukça asıl yazmak istediğim türlere geçerdim,’’ demişti bana. Ne kadar haklı olduğunu ise ancak anlayabiliyorum.

Umarım sizler de bir gün benim gibi bunu anlamak durumunda ya da zor yoldan öğrenmek zorunda kalmazsınız. Bu söylüyor olduğum cümleye olan inancım bahsedilmeye değmeyecek kadar az ama umuyorum işte.

İşin aslında tarih boyunca böyleymiş zaten her şey. Türk edebiyatına bakarsanız bunun ne derece doğru olduğunu biraz daha kendi gözlerinizle görebilirsiniz rahatlıkla.

Türk edebiyatındaki çoğu eserin kurgusu aşk ve cinsellik üzerinedir. Yalnızca türleri ve ele alınış biçimleri değişmiştir hep. Yasak olanı, imkansız olanı, platonik olanı, zengin-fakir arasında vuku buluyor olanı…

Fantastik, korku, bilim kurgu gibi türler işin içine girmeye başladığında biraz da olsa Rönesans gerçekleşmiş, belirli bir süre olsa da bu, gözümüze sokulan, boğazımızdan aşağıya itilen ‘’aşk’’tan ara verebilerek kurtabilmiştik.

Şimdi ise başladığımız yere geri dönmüş bulunmaktayız.

Harry Potter’dan sonra en son ne zaman fantastik bir serinin büyük bir patlama yaratarak beyaz perdeye taşındığını gördüğünüz hatırlayın. Veya ‘’Açlık Oyunları’’ndan beri denk geldiğiniz başka bir devasa distopik seri oldu mu? Varsa bile bunların tarihleri 2016’yı geçebilmiş mi?

Bu soruların cevaplarını vermeye başladığınızda işler karanlıklaşıyor.

Bir korku hayranı olarak en son ne zaman ciddi bir korku filminin yapıldığını hatırlamıyorum bile mesela. Yıllardır doğru düzgün tek bir korku filmi dahi bulunmamakta. Biz Türklerin en büyük klişelerinden biri olan ‘’cin’’ filmlerini yapmayı bile bıraktık. Eskiden yılda en az beş-on tane cin filmi yapılırdı. Şimdi taş çatlasa üç tanesine falan denk gelebiliyoruz ki o da şanslıysanız öyle oluyor.

Şarkılarda da durum aynı, kitaplarda, filmlerde, dizilerde, belgesellerde bile… Kısacası her şeyde.

Ders çalışmak ya da yazmak istediğimde kendimi motive edecek bir şarkı aradığımda en fazla beş on tanesini bulabiliyorum. Fakat oturup da aşk acısı çekmek istesem milyonlarca, hatta belki de milyarlarcasını bulabilirim.

Tam bir yabancı müzik tutkunu olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki yabancı müzik piyasası baştan aşağıya zaten aşk bile değil, cinsellik tarafından ele geçirilmiş durumda. Herkes birbirine kapalı kapılar ardında neler yapmak istediğinden bahsediyor söz ve müziklerinde, üstelik de bunu ağza dahi alınmayacak yollardan yapıyorlar.

Kendi başınıza eğlenmek, kendi ayaklarınızın üzerinde durarak kendinize yeten bir insan olmak istediğinizde hayat sınırlı sanki. Ne zamanki kendinizden çıkıp diğerlerine açılırsanız anlamlarını hissederek dinleyebilecek müziklerin, izleyebileceğiniz filmlerin ve okuyabileceğiniz kitapların sayısı milyonlarca kat artıyor.

Aşkı ve cinselliği istemek zorundayız adeta. Hani bunların ‘’ihtiyaç’’ olduğu söylenilirdi ya, sahiden de öyle. Daha anlamlı, daha mutlu, daha diğerleriyle uyumlu bir hayat geçirmek peşindeyseniz eğer, bu tür şeylerin peşinden koşmaya mecbursunuz sanki. Diğer yapıyor olduğunuz şeyler bir yere kadar fark ediyor ve hayatınızın hangi noktasına gelirseniz gelin bununla karşılaşabileceğiniz, yargılanabileceğiniz bir noktaya geliyorsunuz mutlaka.

 Otuz yaşına gelerek yaşıtlarına göre muazzam bir kariyer hayatına ulaşmış bir kadına, kimse işinin nasıl gittiğini, başarısının sırlarını sormuyor mesela. ‘’Ne zaman evleneceksin?’’ diye soruyor. Herkesin umursadığı tek şey bu sanki. Ve işin kötü yanı, küçüklüğümüzden beri öyle bize bu empoze edilerek büyüyoruz, öyle şartlanıyoruz ki buna biz bile onu arıyor, biz bile nerede bulunursak bulunalım onun eksikliğini hissediyoruz.

Neden herkes kendisiyle mutlu olmanın yollarını aramak yerine bu derece birisine bağlı hale gelmeye çalışıyor ya da bununla uğraşan insanları izlemek, dinlemek ya da okumak istiyor gerçekten anlamıyorum. Bu açlık nereden geliyor?

Kısacası ne izlemek, ne okumak, ne yapmak isterseniz isteyin asıl konunun aşkın ve cinselliğin muhakkak ikinci planda kalacağı karanlık bir çağa doğru ilerlediğimizi düşünüyorum.

Ve bu, hiçbir şeyin korkutmadığı kadar korkutuyor beni.

Aşk tarafından işgal edilmekte olan bir Dünya’nın güzelleşmesi gerekirken hayatın gitgide daha da sığlaştığını hissediyorum.

Bu saydıklarım hepimizin istediği şeyler, herkesin peşinde koştuğu, biliyorum. Kim gerçekten sevilmeyi, sevmeyi istemez ki?

Neredeyse hepimizin yegane aradığı şey o, doğru kişiyi bulmak. Lakin onu ararken de diğer varlığını sürdürmekte olan her şeyi işin içine katarak neredeyse ayak bastığımız toprakları dahi ona dahil etmek ise ne kadar doğru bilemiyorum.

Yani ne yaparsak yapalım aşk ile yapmamamız gerektiğini düşünüyorum. Dünya’da bundan başka duygularda bulunmakta, insanı insan yapan. Yaşamı çeşitlerinden, sıradanlıktan ve sığlıktan uzak tutan.

Gökkuşağının bile tek değil, yedi rengi bulunmakta. Ve biz, hiçbir şey tam olarak siyah ya da beyaz değilken, neden her şeyi bu kadar tek renk yapmak için çabalıyoruz gerçekten anlam veremiyor, kabul edemiyorum.

Kabul etmek istediğimi de hiç mi hiç zannetmiyorum zaten.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?