“Bazı insanlar 25 yaşında ölür ve 75 yaşına kadar gömülmez.” Benjamin Franklin’in bu sözü, belki de hayatın en acı ama en gerçek çığlığını fısıldıyor bize. Çünkü kimimiz beden olarak nefes alıyoruz ama ruhumuz çoktan yorulmuş, kırılmış, küsmüş olabiliyor.
Ruhun ölmesi, bir anda olan bir şey değildir. Ufak ufak başlar: Hayallerimizi ertelediğimizde, “sen yapamazsın” diyen seslere inandığımızda, hep başkaları için kendimizden kopardığımızda, kendimize güvenmekten vazgeçtiğimizde… Ve bir bakarız ki yaşıyoruz ama yaşamıyoruz.
Oysa ruh, kalbin içindeki çocuğun ta kendisidir. O çocuğu korumak, sevmek ve yaşatmak bizim elimizde. Bunun için önce şunu hatırlamak gerek: Yaşamak, yalnızca nefes almak değil; hissedebilmek, sevebilmek, yanılabilmek ve yeniden ayağa kalkabilmektir. İçinizdeki çocuğu öldürmeyin, öldürenlere izin vermeyin.
Peki ruhumuzu öldürenlerden nasıl korunacağız?
Sınır çizmeyi öğrenerek.
Herkese her şey olmak zorunda değilsiniz. Herkesi memnun etmek zorunda da değilsiniz. Siz bir hayır kurumu hiç değilsiniz! “Hayır” demek, bazen ruhunuzu kurtarmanın en cesur yoludur. İçinize sinmiyorsa vardır kalbinizin, ruhunuzun bir bildiği. O sese kulak verin!
Enerjinizi sömüren insanlardan uzak durarak.
Sürekli şikâyet eden, küçümseyen, hayallerinizi küçülten, sizi kendi kalıbına göre şekillendirmeye çalışan, en önemlisi sizi kendinize yabancılaştıran insanlarla aranıza mesafe koymak bencillik değil, öz-şefkattir. Birilerine kıyamadığınız o şefkat ve merhameti kendinizden esirgemeyin! Buna en çok sizin ihtiyacınız var.
Kendi sesinizi duyarak.
Başkalarının beklentileri, toplumun dayatmaları arasında kaybolduğunuzda bir mola verin ve sorun: “Ben ne istiyorum?” Hiç hayatınızda biri size “sen ne istiyorsun” diye sordu mu sahiden? Kendinize gelin; kimse size “sen ne istiyorsun, ne hissediyorsun, gerçekten iyi misin?” diye sormuyor. Siz ne yaparsanız yapın mutlaka birileri tarafından eleştirileceksiniz. Çevreniz, aileniz hatta eşiniz tarafından... Size kusur bulmak için bakan birine, gül bahçesi de olsanız dikeniniz var diyecektir. Siz onu memnun etmeye çalışıp, sürekli kendinizden vazgeçtiğinizde, onun doyumsuzluğu da artacaktır, sizin kendinizden her ödün verişiniz onun doyumsuzluğunu besleyecektir.
Küçük mutlulukları büyüterek.
Bir kahvenin kokusunda, bir kitabın dokusunda, bir çiçeğin açışında, sevdiklerinizle kahkahalarınızda ruhunuzu besleyecek onlarca sebep saklı. Tek yapmanız gereken hatırlamak… “hâlâ yaşadığınızı hatırlamak ve bunu hakettiğinize inanmak.”
Unutmayın: Ruhun ölümü, kalbinizin ışığını söndürmektir. Ama o ışık, yeniden yakılabilir. Yeter ki siz kendi içinizdeki kıvılcıma inanın.
Eğer bir gün kendinizi “yaşamıyor gibi” hissederseniz, derin bir nefes alın ve kendinize hatırlatın:“Ben hâlâ buradayım ve ruhum yaşamayı hak ediyor.”
Hayatı -mış gibi yapan değil, gerçekten hakkıyla doya doya yaşayabilenlere, her ânın tadını doyasıya çıkarabilenlere selam olsun…